28 Nisan 2009 Salı

İrfan Ural ile kısa söyleşi..


Soru : Yazdığın anıda Nebil’in firar sıranı kendisine vermeni istemesine ilişkin olarak sana da ilettiğim bazı sorular ulaştı.. Bu konuda ne diyorsun ?

İrfan: Pek anlamlı bulmadım. Olayı yaşayan benim. Ben teklifi doğal karşılamıştım çünkü o anki ruh halini en iyi yaşayan bilir. Nebil’in teklifi gayet doğaldı.

Soru : Nebil bu teklifini bir grup önünde mi yapmıştı ?

İrfan : Nebil’in bu teklifini ve yaklaşımını FÇ’dan başka AD ve HG da biliyordu. Ayrıca Nebil’in böyle bir teklif yapmış olamayacağını düşünen arkadaşımız sözü edilen ortamları yaşamamış, ki yaşamasını da temenni etmem, ama o süreçleri yaşamamış arkadaşların gerçekçi yorumlar yapabilmeleri mümkün değildir. Gerekli görülmesi halinde yanıtlar verilir.. Teklifi yapmak, kişinin karakter tahlilini yapmayı gerektirmez. O, özgün bir süreçti ve aksi bir yanıtla da karşılaşabilirdi. Zaman ve mekana bağlı ruh hali hesaba katılmadan doğru sonuca varılamaz.

Soru : Nebil’in yanında neden Acilci bir arkadaş değil de DK’lı bir kişi firar etti.

İrfan : Tamamen dayanışma ve elbette onlardan gelen teklif üzerine oldu. İlk planda hiçbiri yoktu. Nebil’in kendisiyle ilgili yaptığı teklif ve kabulü sonrası o yolun diğer arkadaşlardan biri için de uygun olacağı teklifi ardından geldi ve süreç öyle tamamlandı.

Soru : Nebil, Niğde cezaevine geldikten kaç gün sonra firar etti ?

İrfan : Kırkbeş – elli günlük bir süreden bahsedebilirim...Ben malum hazırlık sürecinden bahsettim. Nebil’in gelişiyle çıkış süresi çok daha azdı.

Soru : Firar günü Nebile ablalar da tesadüfen ziyarete gelmişler.. Nebil onların ziyaretine neden kızmıştı ?

İrfan : Nebile ablalar ziyarete geldiklerinde Nebil’le birlikte karşıladım. Elini öptüm. Nebil’in kızma nedeni Nebile ablanın beraberinde gelenlerden dolayı idi. Nebil’in o akrabalarıyla arasında bir soğukluk hali vardı. Nebil ablasına ‘’ bunları niye getirdin ..? Ne işleri var burada ..? ‘’ diye kızgınlık hali vardı. Ben onu sakinleştirdim.

Soru : Nebil’in dışarı çıkınca yapacaklarına ilişkin bir programı var mıydı yada yapması gerekenlere ilişkin ortak bir karar alınmış mıydı ?

İrfan : Çıkınca ne yapacağına dair planlamalar elbette konuşuldu ancak daha çok konuşulan o anki gurubumuzda ve Nebil dahil hepimizin rahatsız olduğu, anlamlandıramadığımız ayrılık konusuydu. Ağırlıklı olarak tartışma, sohbet bu minval üzerinde idi ama Nebil’in ketumluğu malumun olsa gerek. Fakat kesin olan bir şey vardı ki, Nebil de en az bizler kadar rahatsızdı ve hatta birleştirici ilişkilere daha çok ihtiyacımız var yönünde yaklaşımı vardı.

Soru : Dışarı çıkınca ne yapılacak, kimlerle ilişki kurulacaktı ? Mesela sen çıksaydın neler yapacaktın ?

İrfan : Benim açımdan diyeceklerim kesin. Kime, kimlere ulaşmam gerektiğini tahmin edersin. Evet planlama iç ve dış koordineli idi. Aynı şey Nebil için de geçerli oldu. Herhangi birimiz için de geçerliydi. Tek fark; dışarıdakilerin bekledikleriyle çıkanın farklı olduğunu firardan kısa süre önce öğrenmiş olmaları idi. Dışarıdakilerin kimler olduğunu bilmemek zorunluluğu vardır. Nedenini sen de bilirsin.

Soru : Yani kiminle bağlantı kurulacağı belli miydi ?

İrfan : Dedim ya, kim çıkarsa çıksın kime ulaşılacağını bilerek çıkmış olurdu. O süreci dışarıda olanlara sormak gerek. Ama belli ziyaretlerin olmasından daha doğal ne olabilir ki ?

Soru : Nebil’ın firarından sonra size hiç haberi ulaştı mı ?

İrfan : Emanet sapasağlam yetişti türünden mesaj ulaştı.

Soru : Nebil’in ölüm haberini ne zaman aldınız ?

İrfan : Ben Ordu cezaevindeyken televizyonda ana haber bültenini izlerken ‘’ vicdanım el vermiyor’’ diye başlayan sözleri ile 23-25 yaşlarında zayıfça ve gözlüklü birinin ekrandaki ifadelerinden Nebil’in katledildiğini öğrendim. Şoka girmiştim.. Koğuştakilerin ‘’ evet yanlış duymadın ’’ doğrulamaları ile acı haberi duydum. Anımsadığım kadarıyla öldürüldüğü tarih ile öğrendiğim tarih arasında altı ay gibi bir süre geçmiş olsa gerek.

Soru : Nebil, yakalanmalarına ilişkin neler anlattı sizlere ? Nasıl yakalandığına ilişkin açıklaması oldu mu ?

İrfan : Hiç olmadı. Çatışarak yaralı yakalandığı Zeytinburnu olayını konuşmuştuk. Kuşatıldıklarını ve çatışmak zorunda kaldığını anlatmıştı. Biliyorsun, Nebil’den ayrıntı almak için çok güçlü pense ve kerpeten gerekirdi. Sorulardan çabuk sıkılan bir yapısı vardı.

Soru : Cezaevinde birlikte resim çektirdiğiniz oldu mu ?

İrfan : Fotoğraf konusu pek yoktu.

Soru : Başka ne söylemek istersin ?

İrfan : Şu an aklıma geleni hemen aktarayım. Zonguldak Ereğlisi’nde yazışmakta olduğu bir yakınına anlayacağı dille firar ettiği andan itibaren benim mektup yazmamı istemişti ve ben o mektubu gönderdim. Yazdığım mektupta tarih ve gün olmalıdır. En azından posta mühür tarihi mevcuttur. Böylelikle kesin Niğde’ye geliş tarihi ile çıkış tarihi arasındaki günler belirlenebilir.

Soru : Nebil deyince gözlerinin önüne ilk gelen nedir bugün ?

İrfan : Benim firarım için hazır edilen takım elbiseyi kendisine giydirirkenki halini hatırlarım. Askılı atleti üzerine kazak mı sanırım gömlek her neyse onu giydirip yolcu ederkenki bakışlarını görürüm.

22 Nisan 2009 Çarşamba

Yoldaşlara Selam Söyle...



SÜRGÜNLER, KAVUŞMALAR ve AYRILIKLAR

Adalet Turizm Acentesi”nin '' zindanlarımıza HOŞGELDİNİZ '' turları, çok geçmeden devrimcilerce gösterilen direnişler neticesinde sürgün hizmetlerini de eksiksizce yerine getirmeye başlıyordu. Bu malum “seyahatlere” direnen kelepçeli ellere “yardım kampanyası” olarak dipçik, cop ve bilumum hakaret yöntemleriyle girişen destek kuvvetleri, ABD’nin ringolarını aratmayacak vahşet ve istifleme teknikleriyle sürgün klasiklerinin birinci raundunu Antakya’dan Adana’ya yol alırken başlatıyorlardı…

İkinci raund ise; Adana’dan Niğde mahpushanesine aynı titizlilik ve malum istifleme yöntemleriyle ve elbette “her şey şirketten” cömertliğiyle tamamlanıyordu.

12 Mart vahşeti Denizleri urganıyla; Mahirleri yakıcı, yıkıcı, boğucu ve yok edici makineleşmiş beyinlerine verdikleri komutlarla hunharca katlettirmişti. O süreci takiben direnen devrimcilerden sağ yakalananları da mahpus-u müebbet cezasıyla Niğde Hapishanesi’ne yığmışlardı. Akabinde genç ve yeni kuşak olarak bizleri de aralarına katmışlardı.

İsimleriyle çoğumuzun bildiği bu zamanlarının yiğit, gözü pek militanları; bizleri yardım sever bir ilgiyle karşıladılar. Her grup (komün) kendi disiplini içinde ve karşılıklı saygıya dayalı bir düzende yaşamaya çalışıyordu. Ama bizim kuşağın yaşamaya çalışma anlayışı farklıydı.

Dışarıdaki yoldaşları yalnız bıraktık” kaygısıyla an be an “omuzdaş olmalıyız” arzusuyla bir an evvel dışarıda olmak için yanıp tutuşuyorduk.

Özgürlüğe vurulan darbenin ilk anından itibaren sevgiliye yani hürriyete kavuşabilmenin coşkusuyla mücadelenin gerekleri için didinip duruyorduk.

Pırıl pırıl ve fedakârlığın sınırsız duygulanımı içerisinde olan bizlerin özgürleşme çabaları, bir önceki kuşağa mensup kimi ‘kıdemli arkadaşların’ davranış ve yaklaşımlarında engelleyici bir takım tutumlarla karşı karşıyaydı. Elbette olumsuz davranmamış, kişilikleriyle de hâlâ saygınlıklarını koruyan dostları tenzihen belirteyim. Ayrıca ”fiilen katılmasak da destekleriz” türünden yaklaşımlarını özellikle belirtmek isterim. Ama olumsuz davranışların sorumluları, bu davranışlarının doğru muhasebesini yapmamış olmalılar ki, özeleştiri gibi saygın bir tutumlarıyla da karşılaşmamıştık.

Sonradan anladık ki bu “huzursuzlar”ın huzursuzluğu; kendilerine gelen kimi ziyaretçilerinin “sizin döneminizi kapsayacak bir af yasası çıktı çıkacak, sakın ola ki…” haber ve uyarılarındanmış..!

Faşist yönetimle bu “zımni” anlaşma; bizim kuşağa bir takım engelleyici ama sinsice yaklaşımların yoğunlaşmasına neden teşkil ediyordu. Tahmin edilebilir ki bu durum duygularımız üzerinde en azından “sükût-u hayal” cümlesiyle başlayıp “güvendiğim dağlara kar yağdı” deyimlerini çağrıştıran ilgili ne varsa, olabilecek tüm olumsuzlukların baskısını hissetmemize neden oluyordu.

Bu manzara içerisinde özgürlük uğruna verilen emekleri boşa çıkartacak tüm olumsuzlukları bertaraf etmek üzere daha da bilenerek çabamıza hız kattık.

Çabalarımızın daha da yoğunlaşmasına neden olan bu süreç; karşı devrimin bilmem kaçınıcı “iç savaş tatbikatı” olan Kahramanmaraş katliamına denk düşen bir süreçtir. Alabildiğimiz haberler yüreklerimizi ta derinden etkileyen, hatta özgürlüğe daha da muhtaç, diğer bir deyişle “hürriyete mahkûm” olduğumuz zorunluluk noktasına taşıdı bizleri. İçerdekiler -dışarıdakiler akıl ve el birliğiyle hedefe daha bir yaklaşır olduk.

Bu süre zarfında Sinop zindanının yakıldığı haberi geldi. Kısa bir süre sonra Sinop’tan Trabzon’a; Trabzon’dan Amasya, Samsun ve Niğde Mahpushanelerine adalet turizmin sürgün yolcuları gelmeye başlamıştı.

60'lı yıllar çocukluğumuzun, 70'li yıllar gençlik ve devrim mücadelemizin, 80'li yıllar ise; direnişimizin, sürgünlerin, kısacık kavuşmaların, upuzun ayrılıkların yıllarıdır.

Emmoğlu - Hanna - Nebil ile benim mücadeleci ruh şekillenmemizin mayası, 60'lı yıllarda geçen “çocukluk arkadaşım” kavramıyla atılmıştı. Gençlik ve mücadele yıllarımız “68'den sonra 78'den önce”ye dayanır. Ve yine birlikte üreten, birlikte üleşen kimliklerimizin oluşma ve gelişme sürecini omuz omuza yaşadık. Hanna, Nebil ve şehit olmuş nice devrimci yoldaşların anısına ithafen paylaşmak istedim bu anıları.

İşte Nebil, Recep ve diğer devrimci yoldaşlar, yani yeni kuşaktan yirminin üzerinde bir grup, bulunduğumuz Niğde Mahpushanesi’ne buyur(!) edilmişlerdi. Cıvıl cıvıl militan ruhlu gençlerin bize katıldıkları Niğde’deki bu süreç, bizim kuşak için “mahpushane=zindan ” iken “huzursuzlar” için Niğde Mahpushanesi makûshaneye dönüşmüştü adeta.

Oysa ‘’huzursuzların’’ geldikleri kök Denizlerin, Mahirlerin mücadeleci tüm akımlara örnek dayanışma mirasına dayalıydı. Sağlıksız büyümenin temel nedenlerinden biri de dayanışma mirasının yerini; sonu ölüm ve öldürmelerle biten hazin ve anlamsız parsa kapma çatışmalarına bırakmasıydı.

12 Eylül 1980 faşist darbesinin ilanıyla suspus olunması, dayanışma ruhunun devam ettirilmemiş olmasından biri olsa gerektir.

Yoldaşlarımla özgürlüğe kavuşma anının sayılı olduğu o zaman kesitinde Nebil yoldaşın “Sıranı bana verir misin ?” talebine tereddütsüz “Peki yoldaş, tamam!” Diyerek karşılık verdim.

Aslında, bütün firar hazırlıkları ben ve benimle birlikte olan yoldaşlar için düzenlenmişti. Dışarıdaki yoldaşlarla omuzdaş olmam an meselesiydi. Hatta kimi can yoldaşlar, benim bu tutumuma tepki gösterdiler. Bu bireysel kararıma karşı çıktılar. Çünkü alınan firar kararı sırasında zaten Nebil Niğde’de değildi.

Firar sıralamasının en başında ben varken, sıra tercihini gönül rahatlığıyla Nebil yoldaşın lehine kullanmıştım.

Özetle, daha özgür mücadele yolunu Nebil’e açtık.

Peki ama neden ? Aslında 146/1 maddesi hepimiz için aynı sözcükle sonlanıyordu: “İDAM!

Hiçbir kaygı ve korku duymaksızın bu malum sona hepimiz hazırdık. Devrimcilerin en saygın yönlerinden biri de birbirleri için can siperane duruşlarıdır ! Aynı coşkuyla yaşayan biri, hürriyete giden yolu diğerine kırmızı halıyla neden sunmasın ki..?

Nebil yoldaşımın şu kısacık gerekçesi bana makul gelmişti. Demişti ki:

''Aynı “son” ikimiz ve birçok devrimci yoldaş için de isteniyor. Ama avukatımdan aldığım bilgiye göre dosyamı “ilk asılacaklar listesi”nin en başına koymuşlar..! ''

Bu cümle benim için yürek dağlayıcı olmuş ama bir o kadar da özverici duygularımı coşturmuştu. Bu nedenle, “ Tamam Yoldaş, sıram senindir ” demiştim.

Çok hızlıca teknik değişikliklere gidilerek, çıkış sırasının Nebil yoldaşa göre düzenlenmesine yöneldik. Bu sıra değişikliği aynı zamanda yeni seçenekleri ve yüksek riskleri kapsıyordu. Çok ani kararlarla düşündüğümüz yöntem bizi zaman darlığıyla tehdit ediyordu.

Saptadığımız yeni plan Nebil yoldaşı simaen en yakın çevresinden bile sakınmayı gerektiriyordu. “Huzursuzlar Cephesi” ha bire Nebil’i yakinen tanıma amacına yönelik “tanışma turları” düzenliyordu. Neredeyse gardiyanların iç nöbet alanlarını devralmışlardı.

Adı ne olursa olsun bu tutum ve davranışlar planımıza darbe indirebilirdi. Nebil yoldaşı bu tehlikelerden koruduk.. Ve saptadığımız görüş gününde, Nebil'in fiziki görünümünde gerekli değişiklikleri yaparak son hazırlığımızı tamamladık.

Recep yoldaşın teknik maharetiyle hazırlanmış olan “ziyaretçi mührü”'nü de Nebil yoldaşın bileğine basarak ziyaretçi çıkış saatinden önce çıkış kapısına yöneldik.

Nebil yoldaşla sadece benim aramızda belirlediğimiz parolayla en son uğurlayacak kişi olarak özgürlüğe çıkış kapısına vardık. Ki, o esnada “huzursuzlar”ın malum nöbetçilerinden biriyle karşılaştık ! O kişiyi de “Seni falanca ağabeyin içerde sorup duruyor” diyerek uzaklaşmasını sağladım.

Ve Nebil yoldaşımı hürriyete uğurlarken önceden sözleştiğimiz gibi bana dönerek parolayı söylediğinde, “ hürriyetin sımsıcak nefesini ha ben çekmişim ha yoldaşım çekmiş ” duygulanımı içerisinde derin bir oh çekmiştim..!

Ben demir parmaklıklar ardında, o ötesinde son sözlerimizi söyledik birbirimize:

Yoldaşlara selam söyle..!”

ve son bir kez el salladık birbirimize gönülden mendillerle!

Hürriyet için sallanan o mendilsiz eller ölüme uğurlamaymış meğer...

Meşhurdur hani, “…Ölüm hoş geldi, sefa geldi !” Şiarı öyle ya…! Ama ne hazindir ki ölümü; “ hükme bağlanmış faşist İtalyan-Mussolini ceza yasası '' uyarınca ne urganla ne de ölüm makinelerince gerçekleşmiştir.

Maalesef can yoldaşı bellediği kirli ellerce katledilmiştir..!

O bir kez öldü, katilleri ise her gün ölmekteler. Yaşayan ölüler misali…

Nebil yoldaş; sen her zaman anıldın... 30 yıl geçti aradan hala anılmaktasın.

Anılarınla kalplerimizde yaşayacaksın. Ya egolarını en çirkin entrikalarla tatmin etmeye çalışanlar..? Onlar neleriyle ve nasıl anılacaklar..?

Söyleyeyim; sadece çirkeflikleriyle…

30 yıl önce seni hürriyete doğru uğurlarken birbirimize aynı anda seslendiğimiz gibi şimdi de sesini duyar gibiyim:

'' YOLDAŞLARA SELAM SÖYLE..! ''

İrfan Ural

HDÖ dava dosyasındaki ifadelerle Nebil cinayeti..



Nebil Rahuma’nın öldürülmesi sürecine ilişkin, Mete Özerin HDÖ gerekçeli kararında geçen ifadesini aşağıda yayınlıyoruz.

Dikkat çekici ve önemli olay; Ege bölge sorumlusu ile Karadeniz bölge sorumlusunun da yer alacağı bir karar toplantısı düzenlemek için harekete geçilmiş ve bu toplantının 2 ekim 1980 günü yapılması planlanmış iken Nebil Rahuma’nın bu toplantı beklenmeden alelacele 29 eylül 1980 günü öldürülmesidir.

Neden böyle bir toplantı kararı alınmış olmasına rağmen beklenmemiş ve biraz da telaş içinde Nebil Rahuma öldürülmüştür..?

Bu kararı gerçekte kimler almıştır..? Mete Özer, Nebil Rahuma’nın öldürülmesi eyleminde ’in olmadığını, o tarihte İzmir Bölge sorumlusuyla buluşmak üzere İstanbul dışında olduğunu ifade etmektedir. Bunlar ileride ayrıca ele alınacaktır..

Bu eyleme katılanlar arasından geriye tek bir canlı tanık kalmıştır: AEÖ. Bu kişi bir biçimde konuşmalı ve karanlıkta kalan konulara açıklık kazandırmalıdır.

Mete Özer’in HDÖ gerekçeli kararında geçen ifadesi:

12 eylül harekatından sonra 23 eylül 1980 tarihinde S. Nazlı Kaya’nın Ziya Erdönmez’in kendisiyle görüşmek istediğini, Kadıköy Et ve Balık Kurumunun yanında randevu verdiğini bildirmesi üzerine, belirtilen randevu yerinde, Ziya Erdönmez, Mehmet Yıldırım, Cemalettin Düvenci ve AEÖ ile buluştuklarını, bu randevu sırasında önce Mehmet Yıldırım’ın sonra da Ziya Erdönmez’in konuşma yaptıklarını, buluşmanın mevzusunun Nebil Rahoma ile ilgili olduğunu; Nebil Rahuma’nın Ziya Erdönmez’in eşine sarkıntılıkta bulunmakla cinsel ilişki kurduğunu ayrıca; İstanbul da HDÖ adına gerçekleştirilen bir kuyumcu soygunundan sonra ele geçen ve Nebil Rahuma'da bulunan 1.500.000 tl altını kendilerinden habersiz olarak Acilciler örgütünün yöneticilerinden olan Ali Çakmaklı'ya verdiğini, her iki davranışının da örgüt disiplin ve tüzüğüne aykırı olduğunu, Nebil Rahuma’nın bu tutum ve davranışları nedeniyle hakkında ölüm kararı verdiklerini, verilen ölüm kararında Ege bölge sorumlusu Teyfik Bozkurt’un da bilgisi bulunduğunu anlatarak kendisinden de görüşleri sorulduğunda;

“böylesi bir olaya inanmak istemediğini, ancak ileri sürülen hususlar doğru olsa bile verilecek cezanın ölüm cezası olamayacağını ve kararın yanlış olduğunu belirttiğini,”

Ziya Erdönmez’in bu konuda kendisini ikna etmek için gerekirse daha sonra yapacağımız toplantıda Nebil Rahuma’yı da getirip yanında konuşturabileceğini, bizzat bu olayları Nebil Rahuma’nın kendisinden dinleyebileceğini söylemesi üzerine, Ziya Erdönmez’in bu teklifinin kendisi için de uygun olduğunu belirtmesi üzerine konuşmadan 2 gün sonra (25-26 eylül) Merter'de Ziya Erdönmez’e randevu verip evden ayrıldığını, tespit edilen günde randevu yerine gittiğinde, Ziya Erdönmez’in randevu yerine gelerek kendisini alıp Merter ile Tozkoparan arasında bulunan boş bir araziye götürdüğünü, saat 19 sıralarında bulundukları yerde Ziya ve Kendisinden başka, Mehmet Yıldırım,Cemalettin Düvenci, AEÖ ve Nebil Rahuma’nın bulundukları, Nebil Rahuma’ya Ziya Erdönmez’in karısına sarkıntılık yaparak tecavüz edip etmediği sorulduğunda; kesinlikle inkar yoluna saptığını, bu yerden ayrılan Ziya Erdönmez’in aradan bir saat kadar bir süre geçtikten sonra eşi Emine Erdönmez’i alarak geldiğini, aynı konu E.Nuran Erdönmez’e sorulduğunda;

“Nebil ile arasındaki mevcut cinsel ilişkinin 3-4 aydan beri devam ettiğini, Nebilin hissi yönden yakınlık göstermesi nedeniyle bu ilişkiye karşı koyamadığını ve cinsel ilişkide bulunduğunu”

açıkça söylediğini, Nuran Erdönmez’in bu açıklamasından sonra olayı Nebil Rahuma’nın kabul etmek zorunda kaldığı, bu görüşmeden sonra Ziya Erdönmez ve eşi Emine Nuran Erdönmez ile birlikte toplantı yerinden ayrıldıklarını, toplantı yerinde Mehmet Yıldırım, Cemalettin Düvenci, AEÖ ve Nebil Rahuma’nın birlikte kaldıklarını, Ziya Erdönmez ile ayrılırken ertesi gün için Haznedar'da randevu yeri olarak tespit edilen yerde buluşmayı kararlaştırdıklarını, tayin edilen günde randevu yerine gittiğinde, Ziya ile birlikte Cemalettin Düvenci’nin evi olduğunu sonradan öğrendiği eve gittiklerini, bu evde Mehmet Yıldırım, Cemalettin Düvenci, Nebil Rahuma ve AEÖ’in beklemekte olduklarını, bu evde yapılan görüşmede Ziya Erdönmez’in İstanbul dışında bulunduğu sırada yani 12 eylül harekatından birkaç gün sonra, Nebil Rahuma tarafından kendi evinde bulunan örgüte ait silah ve diğer malzemeler alınarak Mehmet Yıldırım’a verildiği, bu silahlar arasından 2 silah ile gerçek hüviyetini evde bıraktığını, bunun Nebil Rahuma tarafından kasıtlı hazırlanmış komplo olduğunu açıklaması nedeniyle, Nebil Rahuma kasıtlı olarak böyle bir şey yapmadığını belirterek inkar ettiğini, bu arada konuşmalara katılan Mehmet Yıldırım’ın Ziya Erdönmez’in açıklamaları paralelinde, Ziya Erdönmez’in evinde bulunan silah ve malzemeleri alıp yaptığı sayım sırasında silah ve malzemeler arasında 2 tabancanın noksan olduğunu Nebil Rahuma’ya söylediğini, Nebilin silahların hepsini alıp evde hiç silah bırakmadığını belirttiğini, bunu Ziya’ya karşı inkar ettiğini, Ziya Erdönmez’in gerçek kimliğini unutmuş olabileceğini bahsettiğini, ayrıca Mehmet Yıldırım’ın Nebil Rahuma'da bulunan 1.500.000 TL altını Acil hareketine aktardığını, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinde Nebil Rahuma’nın parmağı olduğunu açıklaması üzerine, Nebil Rahuma söz konusu altınları İstanbul'da Acil hareketi sorumlularından İbrahim Yalçın isimli şahsa verdiğini, bu davranışının da örgütsel faaliyet yönünden büyük bir hata olduğunu kabul ettiğini ancak Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinden bilgisi olmadığını beyan etmiştir.

Yapılan bu toplantıda Nebil’in itiraflarını duyunca Mehmet Yıldırım ve Ziya Erdönmez’in ortaya attığı konuların gerçek olduğuna inandığını, örgüte karşı işlemiş olduğu suçlar nedeniyle verilen ölüm kararının yerinde olup olmadığı kendisine sorulduğunda, Ziya’nın eşi ile olan cinsel ilişkisi nedeniyle verilen ölüm kararının yerinde olmadığını, HDÖ hareketine ait altınları Acile aktarmasının ise örgüte ihanet olduğunu, ancak bundan dolayı ölüm kararı verilemeyeceğini, verilecek en uygun cezanın belirtilen suçlamalarla ilgili olarak Nebil Rahuma'dan yazılı bir itiraf alındıktan sonra HDÖ’den ihraç edilmesi yoluna gidilmesi gerektiğini söylediğini, bu konuşmadan sonra Nebil Rahuma’nın AEÖ ve kendisini kastederek;

“ bu konuda karar verecek yetkimiz olmadığını, yargılama görevinin Ege ve Karadeniz bölge sorumluları ile birlikte İstanbul il komitesi üyelerinin yetkileri dahilinde olduğunu, verilecek kararın bu şahıslar tarafından verilmesini''

isteyerek Ege bölge sorumlusu Teyfik Bozkurt ile 1 ekim 1980 günü saat 13-16 arası İzmir otogarının yakınındaki tren istasyonunda randevusu olduğunu açıkladığını, ölüm kararına karşı çıkması üzerine Ziya Erdönmez’in sert bir çıkış yaparak

“bu iş burada bitmiştir, daha fazla uzatma. Biz zaten Nebil hakkında ölüm kararı verdik. Ancak bir kere de İzmir ve Karadeniz bölge sorumluları ile de görüşmemiz gerekir”

diyerek İzmir sorumlusu Teyfik Bozkurt’u İstanbul’a getirmek için 1 Ekim'deki randevuya gitmemi, kendisinin de Karadeniz bölge sorumlusunu getireceğini söyleyerek 2 ekim 1980 günü Ömür yoğurt fabrikasında buluşmak üzere İstanbul’dan ayrıldıklarını, o tarihte Salihli'de bulunan eşinin yanında bir gün kaldıktan sonra İzmir sorumlusu ile görüşmek üzere saptanan randevu yerine 1 ekim günü gittiğinde İzmir sorumlusunu tespit edilen randevu yerinde beklemesine rağmen gelmediğini, tekrar Salihli’ye gidip, 5 Ekim tarihine kadar orada kaldıktan sonra 6 ekim günü Ziya Erdönmez ile buluştuklarını, Ziya Erdönmez’in burada yaptığı konuşmada Karadeniz sorumlusunun da gelmediğinden bahisle, polisle işbirliği yaptığı düşüncesi ile N.Rahuma’yı öldürdüklerini açıkladığını ancak bilfiil eylemin kimin tarafından gerçekleştirildiği hakkında bir şey söylemediğini, öldürme eylemini tasvip edip etmediğimi sorduğunda, Nebil’in işlemiş olduğu suçlar karşısında öldürülmesini benimsemediğini, tasvip etmese de artık yapılacak bir şey olmadığını beyan etmiştir.
” (HDÖ gerekçeli kararı)

(Not: Dava dosyasında öldürülme tarihi olarak 30 Eylül 1980 belirtilmektedir.)

21 Nisan 2009 Salı

NEBİL'in öldürüldüğü SİLAH ....


Nebil'in öldürüldüğü silah MHP binasına nasıl ulaştı...?

Nebil Rahuma 29 Eylül 1980 tarihinde Bakırköy'de öldürüldü. Nebil Rahuma’yı öldüren silah olaydan tam 7 gün sonra Eyüp de MHP ilçe binasında Davut Yüce isimli bir kişide yakalandı. Davut Yüce, Nebil Rahuma’nın öldürülmesi davasından yargılanmadan, dosyası düştü.

“Nebil Rahuma’nın öldürülmesinde kullanılan tabancanın MHP Eyüp binasında 6 Ekim 1980 tarihinde bulunduğu ve atışın bu tabanca ile yapılmış olduğunun K1;, Eylem:36 Sayfa:14-15-16 da ki Eks.Raporu ile anlaşılmış,

Ankara MHP davasında da Davut Yüce’nin Nebil Rahuma’nın öldürülmesi ile ilgili olarak yargılanıp yargılanmayacağı keyfiyeti sorulmuş,k1, Sh. 1814 ile 1829 sayfaları arasında sanık Davut Yüce ile ilgili olarak dava açılmadığı ve olayla ilgisinin bulunmadığının tespit edildiği anlaşılmış bulunmaktadır.” denilmektedir.(HDÖ Gerekçeli Kararı, Sayfa 136-137)

Nebil Rahuma’yı katleden 7.65 çapındaki bu tabanca, olaydan 7 gün sonra, MHP Eyüp ilçe binasına nasıl gitmiştir..?

Diyelim ki silahı kullananlar ondan kurtulmak istediler, olduğu gibi eylem alanının yakınına attılar, birileri buldu ve tesadüfen onlar da MHP’li çıktılar, alıp silahı MHP ilçe binasına götürdüler… Çok mantıklı değil. Bu kadar tesadüfün arka arkaya gelmesi düşündürücü...

Bir kere bu işlerden biraz anlayan birisi, bir silahı yok etmek istiyorsa, ilk önce onu parçalara ayırmayı düşünür... Parçalara ayırıp her parçayı farklı bir bölgeye ve elden geldiğince de bulunması güç yerlere atar..

Ama böyle olmamış... Denize filan da atılmamış.. Acaba bilinçli olarak bulunması mı istenmiş…?

Ancak bütün bunlar pek akıllıca gelmiyor.. O zaman sol bir örgütün elinde olan bu silah MHP'de ne geziyor..?

Bu kadar tesadüf de çok fazla değil mi…?

Üzerinde düşünüp sorgulamak ve araştırmak gerekiyor…

Öner Ödemiş

5 Nisan 2009 Pazar

Selimiye..

Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim -leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişim ben seni...
a.a.


1979'da yaşanan HDÖ, Acilciler ayrışması süreci tamamlanır. Filistin’den dönen Nebil HDÖ saflarında kalır. Ancak Nebil ayrışmalardan çok THKP-C geleneğinden gelen yapılanmaların birliğinden yana olan bir anlayışa sahiptir.

HDÖ saflarında kalan Nebil İstanbul il yönetiminde yer alır. Yapılanmanın devrim anlayışı, çalışma tarzı ve örgütlenme anlayışı gereği 1.Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı Merkezi olan Selimiye Kışlası’nın kurşunlaması gündeme gelmiştir. 26 Temmuz 1980 günü bu eylem, içlerinde Nebil Rahuma’nın da bulunduğu 4 kişilik bir grup tarafından gerçekleştirilir.

Bu eylemden 5 gün sonra 31 Temmuz 1980 de Kartal – Maltepe Yenice Pasajında yan yana bulunan 2 kuyumcu dükkânından, yapılanmanın gerek duyduğu maddi gereksinmeleri karşılamak üzere yapılan kamulaştırma eyleminde yer almıştır. Elde edilen altınlar, ihtiyaç duyulan bölgelere ve yine ihtiyaç bulunan malzeme alımlarında kullanılmak üzere, gerekli yerlere ulaştırılmıştır.

21 Nisan günü firar eden Acilciler içinde yer alan arkadaşlarına, yine İstanbul bölgesi yöneticilerinin bilgisi dahilinde devrimci dayanışma bilinciyle bu altınlardan bir kısmını verdirir. Ancak bu olaydan, (Acilciler içinde yer alan arkadaşlarına aktarılan altınlar) dolayı suçlanarak 29 Eylül’de hayatına son verilme nedenlerinden biri olur. Oysa Nebil, evrensel devrimci bilinç ve ruhla hareket eden bir komünist olarak, gene örgütünün bilgisi dahilinde hareket etmiş, bugün de öldürülebileceğini bilse bile aynı şeyi yapmaktan kaçınamayacağı bir biçimde davranmıştır.

Nebil, gene yapılanmanın gerek duyduğu malzemeleri temin etmek üzere ve örgütünün bilgisi dahilinde Adana bölgesindeki kişilere bu altınlardan bir kısmını verir. Ancak malzemeleri alamaz, bu olay da suçlanması için bir başka neden oluşturur. Bu olay, hayatına son verilmesi için ileri sürülen nedenlerden birisini oluşturur.

Nebil gerçek bir komünisttir. O’nun örgütünün varlığını nasıl koruduğuna örnek olarak küçük bir anekdot aktarmak istiyorum.

Bir gün dışarı çıkmamız gerekmişti. Ama Nebil kendisinin çıkamayacağını söylediğinde ve benim nedenini sorduğum: “Pantolonumu yıkadım, kurumadan evden dışarı çıkamam, çünkü başka pantolonum yok!” dedi... Aldığım yanıt beni aslında hiç de şaşırtmamalıydı ama ben bu yanıta şaşırdım ve ısrarlarım üzerine o gün akşamüstü kendisine kapalı çarşıdan iki adet kadife pantolon aldık.

Bu konuda bir başka anekdot daha aktarmak istiyorum. Nebil 77 Ağustos baskınından kurtulmuş, ancak parasız kalmıştır. 1 ay kadar İstanbul’da doğru dürüst kalacak yer bulamaz, bir süre surlarda yatar. Daha önce girdiği bankaya çaresiz bir kez daha girer. Hem de tek başına. Bankadan 217.000 TL. kadar para alır. İskenderun’da buluşup Adana’ya geçerken Nebil’e bir teklifte bulundum. Annesi yaşlı bir kadındı. Hiçbir sosyal güvencesi ve geliri yoktu. Bankadan aldığı paranın 17.000 TL'lık kısmını annesine vermesini önerdim. Bana hayatım boyunca unutamadığım bir biçimde küçümseyerek bakıp şunları söyledi: ”Bunu senden hiç duymamış olayım…”

Bu iki küçük anekdot O’nun yapılanmaya ait varlıkları nasıl bir anlayışla koruduğunun ipuçlarını sanırım yererince açık bir şekilde anlatmaktadır.

O’nu yargılayanlara karşı orada olup, lehinde tanıklık yapmak isterdim.

Anısı önünde, devrimci ahlakı önünde bir kez daha sevgi ve saygı ile eğilirim.

Erkan ULAŞAN