22 Nisan 2009 Çarşamba

Yoldaşlara Selam Söyle...



SÜRGÜNLER, KAVUŞMALAR ve AYRILIKLAR

Adalet Turizm Acentesi”nin '' zindanlarımıza HOŞGELDİNİZ '' turları, çok geçmeden devrimcilerce gösterilen direnişler neticesinde sürgün hizmetlerini de eksiksizce yerine getirmeye başlıyordu. Bu malum “seyahatlere” direnen kelepçeli ellere “yardım kampanyası” olarak dipçik, cop ve bilumum hakaret yöntemleriyle girişen destek kuvvetleri, ABD’nin ringolarını aratmayacak vahşet ve istifleme teknikleriyle sürgün klasiklerinin birinci raundunu Antakya’dan Adana’ya yol alırken başlatıyorlardı…

İkinci raund ise; Adana’dan Niğde mahpushanesine aynı titizlilik ve malum istifleme yöntemleriyle ve elbette “her şey şirketten” cömertliğiyle tamamlanıyordu.

12 Mart vahşeti Denizleri urganıyla; Mahirleri yakıcı, yıkıcı, boğucu ve yok edici makineleşmiş beyinlerine verdikleri komutlarla hunharca katlettirmişti. O süreci takiben direnen devrimcilerden sağ yakalananları da mahpus-u müebbet cezasıyla Niğde Hapishanesi’ne yığmışlardı. Akabinde genç ve yeni kuşak olarak bizleri de aralarına katmışlardı.

İsimleriyle çoğumuzun bildiği bu zamanlarının yiğit, gözü pek militanları; bizleri yardım sever bir ilgiyle karşıladılar. Her grup (komün) kendi disiplini içinde ve karşılıklı saygıya dayalı bir düzende yaşamaya çalışıyordu. Ama bizim kuşağın yaşamaya çalışma anlayışı farklıydı.

Dışarıdaki yoldaşları yalnız bıraktık” kaygısıyla an be an “omuzdaş olmalıyız” arzusuyla bir an evvel dışarıda olmak için yanıp tutuşuyorduk.

Özgürlüğe vurulan darbenin ilk anından itibaren sevgiliye yani hürriyete kavuşabilmenin coşkusuyla mücadelenin gerekleri için didinip duruyorduk.

Pırıl pırıl ve fedakârlığın sınırsız duygulanımı içerisinde olan bizlerin özgürleşme çabaları, bir önceki kuşağa mensup kimi ‘kıdemli arkadaşların’ davranış ve yaklaşımlarında engelleyici bir takım tutumlarla karşı karşıyaydı. Elbette olumsuz davranmamış, kişilikleriyle de hâlâ saygınlıklarını koruyan dostları tenzihen belirteyim. Ayrıca ”fiilen katılmasak da destekleriz” türünden yaklaşımlarını özellikle belirtmek isterim. Ama olumsuz davranışların sorumluları, bu davranışlarının doğru muhasebesini yapmamış olmalılar ki, özeleştiri gibi saygın bir tutumlarıyla da karşılaşmamıştık.

Sonradan anladık ki bu “huzursuzlar”ın huzursuzluğu; kendilerine gelen kimi ziyaretçilerinin “sizin döneminizi kapsayacak bir af yasası çıktı çıkacak, sakın ola ki…” haber ve uyarılarındanmış..!

Faşist yönetimle bu “zımni” anlaşma; bizim kuşağa bir takım engelleyici ama sinsice yaklaşımların yoğunlaşmasına neden teşkil ediyordu. Tahmin edilebilir ki bu durum duygularımız üzerinde en azından “sükût-u hayal” cümlesiyle başlayıp “güvendiğim dağlara kar yağdı” deyimlerini çağrıştıran ilgili ne varsa, olabilecek tüm olumsuzlukların baskısını hissetmemize neden oluyordu.

Bu manzara içerisinde özgürlük uğruna verilen emekleri boşa çıkartacak tüm olumsuzlukları bertaraf etmek üzere daha da bilenerek çabamıza hız kattık.

Çabalarımızın daha da yoğunlaşmasına neden olan bu süreç; karşı devrimin bilmem kaçınıcı “iç savaş tatbikatı” olan Kahramanmaraş katliamına denk düşen bir süreçtir. Alabildiğimiz haberler yüreklerimizi ta derinden etkileyen, hatta özgürlüğe daha da muhtaç, diğer bir deyişle “hürriyete mahkûm” olduğumuz zorunluluk noktasına taşıdı bizleri. İçerdekiler -dışarıdakiler akıl ve el birliğiyle hedefe daha bir yaklaşır olduk.

Bu süre zarfında Sinop zindanının yakıldığı haberi geldi. Kısa bir süre sonra Sinop’tan Trabzon’a; Trabzon’dan Amasya, Samsun ve Niğde Mahpushanelerine adalet turizmin sürgün yolcuları gelmeye başlamıştı.

60'lı yıllar çocukluğumuzun, 70'li yıllar gençlik ve devrim mücadelemizin, 80'li yıllar ise; direnişimizin, sürgünlerin, kısacık kavuşmaların, upuzun ayrılıkların yıllarıdır.

Emmoğlu - Hanna - Nebil ile benim mücadeleci ruh şekillenmemizin mayası, 60'lı yıllarda geçen “çocukluk arkadaşım” kavramıyla atılmıştı. Gençlik ve mücadele yıllarımız “68'den sonra 78'den önce”ye dayanır. Ve yine birlikte üreten, birlikte üleşen kimliklerimizin oluşma ve gelişme sürecini omuz omuza yaşadık. Hanna, Nebil ve şehit olmuş nice devrimci yoldaşların anısına ithafen paylaşmak istedim bu anıları.

İşte Nebil, Recep ve diğer devrimci yoldaşlar, yani yeni kuşaktan yirminin üzerinde bir grup, bulunduğumuz Niğde Mahpushanesi’ne buyur(!) edilmişlerdi. Cıvıl cıvıl militan ruhlu gençlerin bize katıldıkları Niğde’deki bu süreç, bizim kuşak için “mahpushane=zindan ” iken “huzursuzlar” için Niğde Mahpushanesi makûshaneye dönüşmüştü adeta.

Oysa ‘’huzursuzların’’ geldikleri kök Denizlerin, Mahirlerin mücadeleci tüm akımlara örnek dayanışma mirasına dayalıydı. Sağlıksız büyümenin temel nedenlerinden biri de dayanışma mirasının yerini; sonu ölüm ve öldürmelerle biten hazin ve anlamsız parsa kapma çatışmalarına bırakmasıydı.

12 Eylül 1980 faşist darbesinin ilanıyla suspus olunması, dayanışma ruhunun devam ettirilmemiş olmasından biri olsa gerektir.

Yoldaşlarımla özgürlüğe kavuşma anının sayılı olduğu o zaman kesitinde Nebil yoldaşın “Sıranı bana verir misin ?” talebine tereddütsüz “Peki yoldaş, tamam!” Diyerek karşılık verdim.

Aslında, bütün firar hazırlıkları ben ve benimle birlikte olan yoldaşlar için düzenlenmişti. Dışarıdaki yoldaşlarla omuzdaş olmam an meselesiydi. Hatta kimi can yoldaşlar, benim bu tutumuma tepki gösterdiler. Bu bireysel kararıma karşı çıktılar. Çünkü alınan firar kararı sırasında zaten Nebil Niğde’de değildi.

Firar sıralamasının en başında ben varken, sıra tercihini gönül rahatlığıyla Nebil yoldaşın lehine kullanmıştım.

Özetle, daha özgür mücadele yolunu Nebil’e açtık.

Peki ama neden ? Aslında 146/1 maddesi hepimiz için aynı sözcükle sonlanıyordu: “İDAM!

Hiçbir kaygı ve korku duymaksızın bu malum sona hepimiz hazırdık. Devrimcilerin en saygın yönlerinden biri de birbirleri için can siperane duruşlarıdır ! Aynı coşkuyla yaşayan biri, hürriyete giden yolu diğerine kırmızı halıyla neden sunmasın ki..?

Nebil yoldaşımın şu kısacık gerekçesi bana makul gelmişti. Demişti ki:

''Aynı “son” ikimiz ve birçok devrimci yoldaş için de isteniyor. Ama avukatımdan aldığım bilgiye göre dosyamı “ilk asılacaklar listesi”nin en başına koymuşlar..! ''

Bu cümle benim için yürek dağlayıcı olmuş ama bir o kadar da özverici duygularımı coşturmuştu. Bu nedenle, “ Tamam Yoldaş, sıram senindir ” demiştim.

Çok hızlıca teknik değişikliklere gidilerek, çıkış sırasının Nebil yoldaşa göre düzenlenmesine yöneldik. Bu sıra değişikliği aynı zamanda yeni seçenekleri ve yüksek riskleri kapsıyordu. Çok ani kararlarla düşündüğümüz yöntem bizi zaman darlığıyla tehdit ediyordu.

Saptadığımız yeni plan Nebil yoldaşı simaen en yakın çevresinden bile sakınmayı gerektiriyordu. “Huzursuzlar Cephesi” ha bire Nebil’i yakinen tanıma amacına yönelik “tanışma turları” düzenliyordu. Neredeyse gardiyanların iç nöbet alanlarını devralmışlardı.

Adı ne olursa olsun bu tutum ve davranışlar planımıza darbe indirebilirdi. Nebil yoldaşı bu tehlikelerden koruduk.. Ve saptadığımız görüş gününde, Nebil'in fiziki görünümünde gerekli değişiklikleri yaparak son hazırlığımızı tamamladık.

Recep yoldaşın teknik maharetiyle hazırlanmış olan “ziyaretçi mührü”'nü de Nebil yoldaşın bileğine basarak ziyaretçi çıkış saatinden önce çıkış kapısına yöneldik.

Nebil yoldaşla sadece benim aramızda belirlediğimiz parolayla en son uğurlayacak kişi olarak özgürlüğe çıkış kapısına vardık. Ki, o esnada “huzursuzlar”ın malum nöbetçilerinden biriyle karşılaştık ! O kişiyi de “Seni falanca ağabeyin içerde sorup duruyor” diyerek uzaklaşmasını sağladım.

Ve Nebil yoldaşımı hürriyete uğurlarken önceden sözleştiğimiz gibi bana dönerek parolayı söylediğinde, “ hürriyetin sımsıcak nefesini ha ben çekmişim ha yoldaşım çekmiş ” duygulanımı içerisinde derin bir oh çekmiştim..!

Ben demir parmaklıklar ardında, o ötesinde son sözlerimizi söyledik birbirimize:

Yoldaşlara selam söyle..!”

ve son bir kez el salladık birbirimize gönülden mendillerle!

Hürriyet için sallanan o mendilsiz eller ölüme uğurlamaymış meğer...

Meşhurdur hani, “…Ölüm hoş geldi, sefa geldi !” Şiarı öyle ya…! Ama ne hazindir ki ölümü; “ hükme bağlanmış faşist İtalyan-Mussolini ceza yasası '' uyarınca ne urganla ne de ölüm makinelerince gerçekleşmiştir.

Maalesef can yoldaşı bellediği kirli ellerce katledilmiştir..!

O bir kez öldü, katilleri ise her gün ölmekteler. Yaşayan ölüler misali…

Nebil yoldaş; sen her zaman anıldın... 30 yıl geçti aradan hala anılmaktasın.

Anılarınla kalplerimizde yaşayacaksın. Ya egolarını en çirkin entrikalarla tatmin etmeye çalışanlar..? Onlar neleriyle ve nasıl anılacaklar..?

Söyleyeyim; sadece çirkeflikleriyle…

30 yıl önce seni hürriyete doğru uğurlarken birbirimize aynı anda seslendiğimiz gibi şimdi de sesini duyar gibiyim:

'' YOLDAŞLARA SELAM SÖYLE..! ''

İrfan Ural

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne güzel anltmışsın İrfan!
Duygulandım...

A.F. Çiler dedi ki...

Niğde zindanından Nebil yoldaşın kaçırılma anısını İrfan Ural yoldaştan okuyunca, bir zaman tünelinden geçip o günlere gittim. Çok anlamlı günlerdi. Bir mücadele sürecinin içinden zindanlara kadar direnerek gelmiştik. Zindanda siyasal çalışmalarımız yanı sıra, dışarıdaki yoldaşlarımızın mücadelesine aktif olarak katılma arzusuyla her an zindandan firar etme arayışları içinde olduk durduk.

Evet İrfan yoldaşın anlattığı hadiseler tamamen bu özellikleriyle oluştu ve sonuçlandı. Nebil hepimiz için değerli bir yoldaştı. O Niğde cezaevine gelmeden önce hazır olan bir kaçış planının tam üzerine düştü. Öncelik verdik bu doğrudur. Kaçış için planımızda henüz Sinop sürgününden gelmemiş olan Nebil, bu kaçışta da doğal olarak yer almıyordu. Hepimiz idamdan yargılanıyorduk. Buna rağmen ona öncelik verdik. İdam hükmü alınırsa ilk infaz edilecek kişi olduğu noktasında anlatımıyla kanaat sahibi olduğumuz an ona öncelik vermekte bir sakınca görmedik.

Bu ayrıntıları İrfan güzel aktarmış, ben bu firarın diğer yönlerine ve hatırlanmayan kısımlarına da birkaç gönderme yaparak katkı sunmak istiyorum.

Nebil, Sinop kalesinin yakılmasından sonra, sürgünle Niğde’ye gelmişti. Recep Güregen yoldaş da kısa bir süre bize katıldı.

Nebil ve Recep yoldaşlar geldiğinde bizim kaçış planlarımız hazırdı. Biz Acilciler grubu olarak zindandaki tüm kadromuzla firar etme planı üzerinde son çalışmalarımızı bile yapmıştık. Görüş yerinden toplu firar planıydı. Geç kalışımızın tek nedeni İrfan’ın belirttiği “huzursuzlardı”; yani bazı eski solculardı. Onların kulağına “sizin için af çıkacak sakın kaçmayın ve ceza evini huzurlu kılın, yoksa af çıkması riske girer “ diye üflemeler yapılıyordu. İnanılmaz bir şekilde de biz gibi firar için heyecanla çalışanları bire bir markajla takip edip engellemek için çalışıyorlardı.

Bu noktada bir yiğidin hakkını teslim etmek gerek. O da Muzaffer Oruçoğlu ve yoldaşları. Eskilerin önemli bir çoğunluğu bizim kaçışımızı engellemek üzere arkamızdan takip etmeye ve nöbet tutmaya yönelirken Muzaffer Oruçoğlu açık ve net cümlelerle şunu söyledi; “Ben Acilcilerin kaçışına asla engel olmam, tersine her devrimcinin kaçması için elimden gelen yardımı da esirgemem ” Bu onurlu cümlelerin peşi sıra ”büyük komün” diye anılan komünden ayrıldığını ilan etti.

Nebil, özgür olur olmaz Konya’ da tutuklu olan Mir yoldaşla bağlantıya geçeceğini söylemişti. “Hocaya danışacağım, dışarıda ne yapmamız gerektiğiyle ilgili konuşacağım” diyerek, çalışmanın yükseltilmesi için heyecanını aktarmıştı. Biz de ona selamlarımızı taşımasını söylemiştik.

Nebil yoldaşa kaçış önceliğini verip özgürlüğünü sağladıktan sonra, aynı “huzursuzlar” bu kez çok çirkince üzerimize geldiler. Özellikle de Fevzi Bal adlı kişi, kendi devrimci geleneğine ve çevresine ters bir tutumla bizleri “0rtamı bozanlar” olarak ihbar etmişti. Bu ihbarların çilesini sürgünlerle ödemek zorunda kaldık.

Nebil özgür oldu ancak hain eller onu katletti. Son görüşmemiz Niğde zindanında olmuştu. Acısı yüreklerimizde, anısı bilincimizde yaşamaya devam etti. Bir ekip olarak, çok tehlikeli süreçlerden geçmemize karşın, yoldaş dediği insanlar tarafından ciddiye alınacak hiçbir gerekçe olmaksızın katledilen Nebil yoldaş, hepimizin örnek alacağı bir dürüst insandı.