21 Mart 2009 Cumartesi

Baskınlar...

Nebil’in anlatımından ve bildiklerimden hareketle Nebil’in yaşadığı baskınları anlatmaya çalışacağım.

Nebil benim bildiğim kadarıyla 6 defa polis tarafından baskına uğrar. 1976’da ilk baskın Antakya’daki evine yapılır. Evin üst katında tek bir oda vardır ve Nebil bu odada yaşamaktadır. Bu baskında polisle silahlı çatışmaya girerek, evinin hemen yanında bulunan Elektrik Trafosunun damına, oradan da yere atlayarak kurtulur.

1977 Ağustosunda İkinci baskın İstanbul’da Cihangirde kaldıkları apartmana yapılır. Evin ön tarafı terastır. Arka tarafında ise bir balkon vardır. O gün banka soygunundan çıkmışlardır. Ali ile evdeyken kapı çalınır. Açmazlar. Göz deliğinden baktıklarında kimseyi göremezler ve zil aşağıdan, apartmanın dış kapısından çalınmaktadır. Kapıyı açmazlar ama alt katlardan biri dış kapıyı açar. Bunun üzerine bulundukları dairenin kapsını açarlar ve tırabzanların arasından aşağıya bakarlar. Yukarı çıkan birisinin parmağında şövalye yüzük olan tırabzanı tutan elini görürler. Tanıdıklardan kimsenin bu yüzüğü kullanmayacağını bildiklerinden gelenlerin polis olabileceklerini düşünürler. Önce, ön taraftaki terasa giderek gizlice aşağıya bakarlar. Kapıda polisleri görünce hızla arka balkona giderek, balkondan balkona atlayarak kararmakta olan havadan da istifade ederek kaçarlar. İstanbul da Dişçilik fakültesinde okuyan Antakyalı bir arkadaşların evine giderler ve o gece orada kalırlar. Sabah erkenden kalkan Nebil gazete almak üzere evden çıkar. Eve döndüğünde polisin evi bastığını(üçüncü baskın) Ali ve evde kalan diğer kişilerin gözaltına alındığını görür. Çaresizdir. Bir baskından da bu şekilde şans eseri kurtulur.

Bir ay sonra (1977 Eylül) Nebil Adana’dadır. Bir gün önce Adana ABD Konsolosluğunu bombalamıştır. Kaldığı ev, sabaha karşı polisçe sarılırken Mihraç dergi için yazmakta olduğu bir karalamayı avludaki çöp kutusuna atarken polisin evi sardığını fark eder. Evde bulunan diğer arkadaşları Nebil, (A.F.Ç) ve (M.Ç) uyandırarak damdan dama atlayarak, sahte de olsa fotoğraflı kimlikleri, silahları kısaca her şeyleri evde kalarak üzerlerindeki pijamalarla da olsa kaçmayı başarırlar. Mersin’e geçerler.

1978 kışında İstanbul’da diğer bir baskında ise bu kadar şanslı olamaz ve yakalanır. Kısa süre içinde bulunduğu sağmağcılardan kaçar.

1978 Haziranında ki baskında polis bulunduğu evi sarmıştır. Fakat Nebil evin sarıldığını bildiği halde evdeki kimi dökümanları yok etmek amacıyla eve girer ve bu dökümanları yok ettikten sonra evin damından kaçmaya çalışırken, çıkan çatışma sonucu kolundan yaralı olarak yakalanır.

O’nu sevgiyle anıyor ve anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum.
E.U.

17 Mart 2009 Salı

Vesvese

1976 yılıydı. Sıcak bir yaz günü Dörtayak mahallesinin çıkmaz bir sokağında bulunan Mihraç’ın akrabalarından birine ait hücre evde Nebil’le birlikteydik.

Bu ev; içten tahta bir merdivenle ikinci kata çıkılan toplam iki odalı, girişinde küçük bir havuşu olan eski bir binaydı. Çatısının çinko kaplı olduğunu sandığım bu evde sabahleyin Nebil’le birlikte uyanmıştık. Bir eylemde bulunduğumuzda bir süre bu evde kalıyorduk.

Çaylarımızı içtikten sonra Nebil’le birlikte o günü nasıl geçireceğimizi konuşmaya başladık. Fikrin kimden çıktığını hatırlamıyorum ama evde bulunan silahlardan belimize birer tane takıp bir miktar da mermi alarak atış talimi yapma kararıyla hiç kimseye haber etmeden sokağa çıktık.

Dörtayak mahallesi, eski taş binaları ve çıkmaz sokaklarıyla her yerinde tarih kokan bir labirent gibidir. Sırtını yasladığı Habib-i Neccar dağı, şefkatle Antakya’yı kucaklayan bir ananın kolları gibidir. Labirenti andıran bu eski sokaklar, yabancıyı anında şaşkına çevirir.

Nebil’le birlikte bu labirentte bir süre yürüdükten sonra Affan civarında dağ yoluna saptık. Dağdaki patikalardan Antakya’yı bir boydan diğerine yürüyerek geçip Harbiye civarına ulaştık. Dağda yürürken ayaklarımız altında ezilen kekiklerin mis kokusunu, her nefes alışımızda ciğerlerimizde hissediyorduk.

Dağın ıssız bir bölümünde belimizden silahları çıkardık.. Hedef seçtiğimiz noktalara çeşitli mesafelerden atışlar yaptık. Birer şarjörlük mermimiz kaldığında silahları bırakıp dağın kuytuluklarında uzanarak hayaller kurduk. Uzun uzadıya iki üç adet silahla devrimin nasıl başarılabileceğini konuştuk. Şehirden kırlara, öncü kuvvetten düzenli birliklere ulaşacak devrim mücadelesinin süreci hakkında kafamızda hep soru işaretleri vardı.

Kafamızda birbirimizle paylaşmaya çekindiğimiz onlarca soru işareti ile hava kararmadan önce geldiğimiz yoldan Antakya’ya doğru yürümeye başladık. Kafamızdaki soruları alenen tartışmaktan çekinmemizin nedeni, devrimci hırsımızın ya da inancımızın sorgulanabileceği endişesiydi.

Dönüş yolunda her ikimiz de muhtemelen bu sorularla meşgul olduğumuzdan pek konuşmadık. Eve varınca üst kata çıktık. Ben, belimdeki silahı çıkarıp yatağın altına koydum ve başım kapıya gelecek şekilde sedir üstündeki yatağa yüz üstü uzandım. Odadaki tek yatak oydu.

Ayak ucumda oturan Nebil, belindeki silahı çıkarıp doldur boşalt yapmaya başlamıştı. Mekanizmanın geriye doğru çekilip mermilerin dışarı atılma seslerini duyuyordum. Bu mekanizma seslerinin arasına aniden PAAT diye bir patlama sesi karıştı. Sağ kulağımın dibinden bir vızıltının geçtiğini hissettim.

Doğrulup Nebil’e baktığımda yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm. Nebil’in silah tutan elleriyle başım arasındaki mesafe bir metre kadar bir uzaklıktı. Elindeki silahı yatağa doğru attı ve ‘’ Neredeyse vuruyordum seni..’’ dedi. ‘’ Bir daha almam bu silahı elime..’’

Bu talihsiz kazayı ucuz atlatmıştık. Nebil’le birbirimize sarıldık. Nebil çok üzgündü.. Kendisine ‘’ Olur böyle şeyler, kafana takma..’’ dedim. Ama ben de şaşkındım. Yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o kıl kalınlığı kadar mesafede gidip gelmiştim. Çekirdeğin gittiği yeri bulamadık ama boş kovan yatağın yanına yuvarlanmıştı.

Aradan yıllar geçti.. İnsan ömrünün bazen tesadüflerle sürdüğünü, bazen tesadüflerle sakata geldiğini yaşayarak öğrendim..

Yıllardır uzun gecelerin yalnızlığında gençliğimden bu yana içimde taşıdığım hasretlerimi Ahmed Arif’in şiirleriyle daha da yoğunlaştırmaya çalıştım.. Hayat ne kadar zor, yaşamak ne kadar eziyet verici.. Ve bazen ölüm ne kadar yakın, ne kadar kolay..

Ahmed Arif’in şiirleri beni Antakya sokaklarına taşır.. Orada Mihraçlar, Mustafalar, Nebiller, Erkanlar, Yusuflar, Hamzalarla adeta fink atarım.. Bazen şeytan dürter, içime türlü vesveseler sokmaya çalışır. Bense ısrarla defederim onları.

Şimdi sanal alemdeki o tatsız suçlamalar ortamında düşünüyorum da; eğer ben 1976 yazında Nebil’in elinden çıkan mermiyle ölseydim, bir anlık kazanın sonucu olacak o olay nasıl bir derinlik kazanırdı bugün ..?

Evet, yaşayarak öğrendim: Vesvese kalıcı hale gelirse insan beyninde maraz yaratır.. Bu marazı kapan kişi her sapa bir kulp, her kulpa bir sap takmaya çalışır.. Bunun örneklerine her gün şahit oluyoruz.

O halde; vesveselerden arınmalı, her olaya bin senaryo üretme alışkanlığından hızla kurtulmalıyız..

M.Yavuz