28 Şubat 2011 Pazartesi

Cahit Çelik üzerine

Yüksel Eriş ile devrimci pratik içerisinde nasıl tanıştığımı ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. Ama hayretle görüyorum ki, nasıl bir keramete sahip olduğunu bilemediğim Cahit Çelik isimli biri; yaşadığım olaya kulplar bulmaya kalkışıyor.


Behey densiz; ben yaşadığımı anlatıyorum.. İsimler veriyorum.. Saatli bomba düzeneğini Yüksel'in öğrettiğini yazıyorum... Ama sen; ilk buluşmada güven sorununun nasıl aşıldığını sorgulayıp böyle bir şeyin doğru olamayacağını iddia ediyorsun..


Yaşanan olayın ne parçası, ne de tanığısın. Ama haddin olmadığı halde ahkam kesmeyi marifet sanıyorsun..


Aslında bu sorgulamayı Engin'e iletseydin, güven olgusuyla ilgili olarak daha net bir yanıt alırdın sanıyorum.. Çünkü Engin de, bir seminerde tanıştığı İbrahim Yalçın'ı hemen eylem kadrosuna almış ve AKBANK soygununa sokmuştu..


Peki, güven sorunu nasıl aşılmıştı ?


İlk görüşte aşk, onu da mı kör etmişti ?


Neden ona can alıcı bu cazibeyi hiç sormuyorsun ?


Ben, yaşadığım süreci yazdım.


Güvenin nasıl doğduğunu anlatacak kişi Yüksel'in kendisidir ama o da aramızda yok.. Kaldı ki Yüksel; önceden güven duyularak sağlanmış bir bağlantı olmasa neden Antakya'ya gelsin ?


Yaşadığım, tanık olduğum olayları edinilen tecrübeler ışığında bugün tahlil ettiğimde; hangi tesadüflerle hayatta kaldığımızı daha iyi görüyorum..


Bugün muhatap olduğumuz tartışmalar dahi; örgütsel üst yapının aslında ne kadar sakat olduğunu bize gösteriyor.


O nedenle bilir bilmez atıp tutuyorsun...


Haa.. bir de daldan dala atlayıp duruyorsun.. Hüseyin Eriş'i de korumana aldığını, canavarların ağzından kurtardığını falan ileri sürüyorsun..


Kitaplarını satmak için Antakya'dan gelen davete balıklama atlamışsın. Hüseyin Eriş'i cepheye sürüp kendini sutre gerisinde maskelemişsin..


Kitapların satışından gelecek paranın yarısını ona verecekmişsin... Falan filan...


Ne kadar ayıp...


Hüseyin Eriş'i hiç tanımadığım halde, hakkında öne sürdüğün bu ifadelerden rahatsız oldum.. Utandım...


Hüseyin Eriş; kendisini koruyamayacak, ifade edemeyecek kadar aciz mi ?


İnsanları, anıları, olayları sürekli olarak kendi takıntılarınıza uydurmak istiyorsunuz.


Bu takıntılardan yola çıkarak kişiler hakkında hiç bilmeden aşağılayıcı sıfatlar kullanıyorsunuz.


Evet, bunlar sizin ayıplarınız....


Bana gelince; kendimi size beğendirmek gibi bir çabam yok..


Yaşadıklarımı, tanık olduklarımı yazmaya devam edeceğim.


Siz de ayıplarınızla kalın..

20 Şubat 2011 Pazar

Nebil'i kullanmak 2


Kin ve düşmanlık kavgasında Nebil'i kullanmayı bir yöntem olarak benimseyen İbrahim Yalçın, sözüm ona belgelerle iddialarını kanıtlamaya çalışıyor.

İddiaların lafta kalmayıp belgelerle desteklenmesi saygı duyulacak bir yaklaşım. Bu anlamda İbrahim'in '' 81 aralık-82 ocak tarihli Cephe dergisinin Sayı 4-5 ve 10.sayfa'da yayınlanan Mihrac URAL'ın yazısını oldugu gibi aktarıyorum '' sözleriyle belge yayınladığını görünce, ne yalan söyleyeyim bayağı heyecanlandım.

İbrahim, yayınladığı 81 Aralık ve 82 Ocak tarihli Cephe dergisindeki yazılarla neyi kanıtlamaya çalışıyor ? Ali Çakmaklı'nın Mihrac tarafından öldürtüldüğü, Nebil'in de Ali'ye misilleme olarak infaz edildiğini..

İddiası büyük: Mihrac, bu durumu kendi yazısıyla itiraf etmiş diyor..

Dergide yayınlanan yazıların altında, malumunuz olduğu üzere herhangi bir isim yok. Lakin İbrahim; bu yazıların Mihrac tarafından yazılmış olduğunu iddia etmekten de öte kabul ediyor..

Hep söylüyorum; her bilgiyi kin duyduğunuz kişiye ulaşmak için saptırırsanız, tarihi gerçekleri deforme edersiniz..

Yeri gelmişken bir hususu da hemen belirteyim; ben hiç kimsenin avukatı değilim.. Lakin gözüme çarpan yalanları ifade etmeyince de; geçmişten gelen sorumluluk duygularıyla rahatsızlık duyuyorum..

Evet, İbrahim'in yayınladığı belgeleri okudum. Ama ben, 1982 Ocak tarihli yazıyı okuyunca İbrahim'in iddiasının aksine Mihrac tarafından yazılmamış olduğunu anlıyorum...

Nerden mi ?

Yazının içeriğinden.

Dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Yayınlanan yazıda aynen şu ifade var:

'' ..Cesedin başında sabaha kadar oturup ağlamışlar. Olayın şokundan aylarca eve kapanıp yas tutmuşlar. Ben de olayın şoku altında kaldım.. Üç ay yas tuttum. NEBİL BENİ DE YETİŞTİRMİŞTİ... ''


Sanırım bu tümce, İbrahim'in dikkatinden kaçmış..

Çünkü böyle bir söz, Mihrac'a ait olamaz... Kaldı ki o dönemin tanığı olan herkes Mihrac'ın Nebil tarafından yetiştirilmiş olmadığını bilir.. Yani gerçek olan, bu ifadenin tam tersidir.

İbrahim'e önerim; yayınlayacağı belgeleri daha dikkatli okumasıdır.

18 Şubat 2011 Cuma

Nebil'i kullanmak..


Nebil üzerinden siyaset yürütenleri izlerken kahroluyorum.

Kin gütme siyaseti nedeniyle yapılan iddialar öyle bir noktaya varıyor ki; tanımayanlar için Nebil hakkında onlarca soru işareti doğuruyor..

Nebil, kahraman mı ?

Nebil, yalancı mı ?

Nebil, ikiyüzlü mü ?

İbrahim Yalçın'ın anılarında okuyoruz; cezaevinde aylarca birlikte yattıkları Nebil, ne kendisine ne de başka bir koğuş arkadaşına nasıl yakalandığına dair en ufak bir bilgi vermiyor..

Neden ?

İbrahim'in kendisi, cezaevi anılarında ilk olarak nasıl yakalandıkları hususunu konuştuklarını yazıyor.. Ama bu konuda Nebil, kendilerine hiç bir şey söylemiyor..

Yahut da söylüyor da; işlerine gelmediği için ifade etmiyorlar..

Bilemiyoruz..

Yine İbrahim'in iddiasına göre; Filistin dönüşünde İstanbul'da buluştukları Nebil, Mihrac'a güvenilmemesi gerektiğini söyleyip bir de kaset veriyor... Ama neden güvenilmemesi gerektiğini hiç söylemiyor..

Halbuki kelle koltukta gezen bir militanın, mücadeledeki yoldaşlarını böylesi hayati bir durumdan haberdar etmesi, onları uyarması gerekmez mi ?

Aksi halde; olacakların sorumluluğu altında kalacağını bilmez mi ?

Güvensizlik nedenlerini bir kaç sözle arkadaşlarına anlatmak yerine Nebil, hangi müsait ortamdaysa hiç üşenmeyip bir teyp ve kaset bularak eleştirilerini sesli olarak göndermek istiyor...

Kime ?

Mihrac'a..

Yani; kendisini yakalattığını(?) bildiği, güvenilmez (?) dediği kişiye..

Bu da ilginç..

İbrahim'in iddiasına göre; Ali Çakmaklı olayından sonra İstanbul'da yine Nebil ile buluşuyorlar.. Bu buluşmada Nebil'in kendisine; '' Ali'ye karşılık Mihrac'ı cezalandırmak isteyen arkadaşlarını ZOR zaptettiklerini...'' söylediğini iddia ediyor.

Yahu nasıl bir durum bu ?

Anlattığınız bu Nebil, ne kadar gafil ?

Bir yandan Mihrac'ın güvenilmez olduğunu söylüyor, hatta kendisini ihbar (?) eden olduğunu biliyor ama her nedense onun cezalandırılmasına engel olmak için de arkadaşlarını zor zaptediyor..

Vay, vay, vayyy..!

Behey İbrahim; madem bu kadar zekisin, bir kez olsun Nebil'e bu çelişkisinin nedenini sormadın mı ?

Nebil'e; hem Mihrac'a güvenilmez diyorsun, hem de onu esirgemeye çalışıyorsun demek aklına gelmedi mi hiç ?

Sen kendini uyanık, herkesi aptal mı sanırsın ?

Ya da şöyle sorayım:

Behey rezil; sen Nebil'i gafil, iki yüzlü mü sanırsın ?

Kabak tadı veren bu palavralardan vaz geç artık..

Temcit pilavı oldu, papaz yemiyor..

7 Şubat 2011 Pazartesi

Yüksel Eriş


1975 yılının Kasım ya da Aralık ayıydı. Mustafa Burgaz okul çıkışında yanıma gelip akşam bir toplantıya gideceğimizi söyledi. Fakat bu toplantıdan

hiç kimseye bilgi vermemem gerektiği konusunda da uyardı.

Akşam buluştuk. Eski otogar civarından dağa doğru yürüyerek Dörtayak semtindeki çıkmazların birinde bulunan bir evin kapısını çaldık.. Kapıyı Mihrac açtı. Yıllar sonra o evin, Mihrac’ın amcasının kızına ait olduğunu öğrenmiştim.



Küçük bir odadaydık. Hava soğuktu. Parkalarımızı çıkarmadan küçük bir daire oluşturup yerde oturmuştuk. Odada Mihrac, Kemal Bayram, E.B. ve Süreyya olarak tanıtılan Yüksel Eriş vardı.

Yüksel Eriş oldukça sakin bir tipti. Bir minderin üzerine bağdaş kurmuştu. Aşağı sarkık bıyıkları, beyaz sıfatında ön plana çıkıyordu.

Mustafa, Kemal ve Mihrac Antakya’daki devrimci yapı hakkında genel bir değerlendirme yaptılar. Özetle Antakya’da potansiyel bir alt yapı mevcuttu.

Yüksel Eriş, anlatılanları dikkatle dinledikten sonra Türkiye Devriminin Acil Sorunları başlıklı bir broşürü göstererek pasajlar okumaya başladı..

Başka ülkelerdeki devrimci pratik ile 68 kuşağının deneyimlerinden yola çıkılarak Türkiye üzerine görüşler ileri sürülüyordu. Politikleşmiş askeri savaş stratejisinde öncü savaşının gerekliliği ile bunun nasıl yapılacağı üzerinde konuşmalar oldu.

Bu konuşmalar gece yarısına kadar sürdü. Konuşmalardan sonra örgütsel yapı içinde yer alacağımızı ifade ettik.

Yüksel, bu beyanımızdan sonra evvela bir kağıt üzerinde saatli bomba düzeneğinin nasıl yapılacağını sözlü olarak anlattı. Daha sonra çantasından çıkardığı bir pil, kablo, saat ve flaş ampulüyle de uygulamalı olarak gösterdi.

Bunu kafama not etmiş, sonraki günlerde edindiğim malzemelerle ben de tecrübe etmiştim. Deneyim, bizzat yaşanmadan elde edilmiyordu..

Yüksel, toplantı sırasında Güney Bölgesinden sorumlu olduğunu, bu nedenle sık sık geleceğini söylemişti ama bir daha gelmedi. Sonraki toplantıya gelen Rıza Salman’dan O’nun başka bölgeye sorumlu yapıldığını öğrendik..

Bu toplantının üzerinden çok geçmeden Ocak 1976 sonlarında Malatya olayı oldu. Gece haberlerinde, Malatya’da kimlik sorulan üç kişinin açtığı ateş sonucu bir bekçi ile polisin öldüğü, teröristlerin kaçtığı bilgisi verildi… Bu olay basında oldukça geniş yer aldı. Olayı biz de yakından takip ediyorduk.

Sanırım üç gün sonra, Beylerderesi mıntıkasında kuşatılan teröristlerin öldürüldüğü haberi verildi. Ölenlerin kimlikleri açıklandı… Bu olayı aramızda konuşurken Mihrac; ölenlerin bizden olduğunu, İlker’lerin bu olay olmasaydı Antakya’ya da geleceklerini söyledi.

Malatya olayı; tuttuğumuz yolun risklerini, en basit hatanın ölümle sonuçlanacağını göstermişti. Yani işin şakaya alınır yanı yoktu..

Günler, aylar akıp geçti. Bölgesel trafik yoğunlaştı. Onlarca kişi geldi gitti ama bizler arada bir Süreyya’yı hatırlayıp neden hiç görünmediğini sorguluyorduk. Bir bilgi alamasak da başka bölgelerde faaliyete devam ettiğini düşünüyorduk.. Acı haberi sonunda aldık. Süreyya, 1977 yılında Trabzon’da ölmüştü.. Bir eylem için hazırlamakta olduğu bomba elinde patlamış, bu patlamada parçalanarak ölmüştü.

Aslında Ocak 1977’de Trabzon’da meydana gelen bu patlamayı gazetelerden okumuş ama Süreyya’nın gerçek ismini bilmediğimiz için haberi atlamıştık. Milliyet’in haberinde ölenin kimliği Yüksel Eriş olarak verilmişti. Patlamada kolları kopan diğer iki kişinin ise Dev-Genç üyesi olduğu yazılıydı.. Muhtemelen haberi atlamamızın en önemli nedeni de bu örgüt adıydı.


Gazetede haberin eki olarak bir de resim vardı. Patlamada ölen Yüksel Eriş ile yaralanan iki kişinin birlikte olduğu bir resimdi bu. Bu resimde de Süreyya’yı seçememiştik..


Kimileri bugün; Yüksel’in patlamada parçalanmadığını söylüyor.. Bunu bilemem,, Cesedi görmedim. Ben, anlatılanları nakletmiştim. Ayrıca Milliyet gazetesinde de Trabzon Numune Hastanesi yetkililerine dayanarak ‘’Yüksel Eriş’in bir elinin koptuğu, kafasının parçalandığı’’ yazılmıştı.

Doktorlar da YALAN söyleyecek değildi ya !

Yıllar sonra bu olayı düşündüğümde aklıma onlarca soru takıldı. Şakası olmayan bir yolun bu kadar basite alınmış olmasının tedirginliğini hissettim.

Yüksel Eriş; kendi dikkatsizliğinin kurbanı, yoldaşlarının sakat kalmasının da nedeni olmuştu. Muhtemelen Yüksel başka bir bölgeye sorumlu yapılmamış olsaydı bu olayı biz yaşamış olacaktık.

Aklıma takılan en önemli soru ise; patlama sonrasında Süreyya’nın gerçek kimliğinin nasıl ortaya çıktığıydı ? Gazeteler, ölenin gerçek kimliğini elbette emniyetten almışlardı ama emniyet nereden öğrenmişti ?

Yoksa öncü savaşını temel kabul eden bir örgütün Merkez Komite üyesi olan bu kişi, olaylara gerçek kimliğiyle katılacak kadar tedbirsiz miydi ?

Aynı durum Beylerderesi için de geçerliydi…Orada da gerçek kimlikler anında haberlerdeydi..

Bu olaylar; insanların ciddi bir yola amatör bir anlayışla girdiklerini kanıtlıyordu..Dikkatsizlik had safhadaydı..

Önderlerin amatörlüğü ve tedbirsizliği; sadece can almıyor, bütün yapıyı da riske atıyordu..

Yol uzundu.. İnsan, en değerli güçtü..

Ama basit hatalarla, çok değerli olan bu güçler kolayca harcanıyordu..

Bugün, geçmişe ve yazılanlara baktığımda hangi tesadüflerle sağ kaldığımızı çok daha iyi anlıyorum.

Belki de bu deneyimlerle bugün, hayatı daha çok ciddiye alıyorum..