7 Şubat 2011 Pazartesi

Yüksel Eriş


1975 yılının Kasım ya da Aralık ayıydı. Mustafa Burgaz okul çıkışında yanıma gelip akşam bir toplantıya gideceğimizi söyledi. Fakat bu toplantıdan

hiç kimseye bilgi vermemem gerektiği konusunda da uyardı.

Akşam buluştuk. Eski otogar civarından dağa doğru yürüyerek Dörtayak semtindeki çıkmazların birinde bulunan bir evin kapısını çaldık.. Kapıyı Mihrac açtı. Yıllar sonra o evin, Mihrac’ın amcasının kızına ait olduğunu öğrenmiştim.



Küçük bir odadaydık. Hava soğuktu. Parkalarımızı çıkarmadan küçük bir daire oluşturup yerde oturmuştuk. Odada Mihrac, Kemal Bayram, E.B. ve Süreyya olarak tanıtılan Yüksel Eriş vardı.

Yüksel Eriş oldukça sakin bir tipti. Bir minderin üzerine bağdaş kurmuştu. Aşağı sarkık bıyıkları, beyaz sıfatında ön plana çıkıyordu.

Mustafa, Kemal ve Mihrac Antakya’daki devrimci yapı hakkında genel bir değerlendirme yaptılar. Özetle Antakya’da potansiyel bir alt yapı mevcuttu.

Yüksel Eriş, anlatılanları dikkatle dinledikten sonra Türkiye Devriminin Acil Sorunları başlıklı bir broşürü göstererek pasajlar okumaya başladı..

Başka ülkelerdeki devrimci pratik ile 68 kuşağının deneyimlerinden yola çıkılarak Türkiye üzerine görüşler ileri sürülüyordu. Politikleşmiş askeri savaş stratejisinde öncü savaşının gerekliliği ile bunun nasıl yapılacağı üzerinde konuşmalar oldu.

Bu konuşmalar gece yarısına kadar sürdü. Konuşmalardan sonra örgütsel yapı içinde yer alacağımızı ifade ettik.

Yüksel, bu beyanımızdan sonra evvela bir kağıt üzerinde saatli bomba düzeneğinin nasıl yapılacağını sözlü olarak anlattı. Daha sonra çantasından çıkardığı bir pil, kablo, saat ve flaş ampulüyle de uygulamalı olarak gösterdi.

Bunu kafama not etmiş, sonraki günlerde edindiğim malzemelerle ben de tecrübe etmiştim. Deneyim, bizzat yaşanmadan elde edilmiyordu..

Yüksel, toplantı sırasında Güney Bölgesinden sorumlu olduğunu, bu nedenle sık sık geleceğini söylemişti ama bir daha gelmedi. Sonraki toplantıya gelen Rıza Salman’dan O’nun başka bölgeye sorumlu yapıldığını öğrendik..

Bu toplantının üzerinden çok geçmeden Ocak 1976 sonlarında Malatya olayı oldu. Gece haberlerinde, Malatya’da kimlik sorulan üç kişinin açtığı ateş sonucu bir bekçi ile polisin öldüğü, teröristlerin kaçtığı bilgisi verildi… Bu olay basında oldukça geniş yer aldı. Olayı biz de yakından takip ediyorduk.

Sanırım üç gün sonra, Beylerderesi mıntıkasında kuşatılan teröristlerin öldürüldüğü haberi verildi. Ölenlerin kimlikleri açıklandı… Bu olayı aramızda konuşurken Mihrac; ölenlerin bizden olduğunu, İlker’lerin bu olay olmasaydı Antakya’ya da geleceklerini söyledi.

Malatya olayı; tuttuğumuz yolun risklerini, en basit hatanın ölümle sonuçlanacağını göstermişti. Yani işin şakaya alınır yanı yoktu..

Günler, aylar akıp geçti. Bölgesel trafik yoğunlaştı. Onlarca kişi geldi gitti ama bizler arada bir Süreyya’yı hatırlayıp neden hiç görünmediğini sorguluyorduk. Bir bilgi alamasak da başka bölgelerde faaliyete devam ettiğini düşünüyorduk.. Acı haberi sonunda aldık. Süreyya, 1977 yılında Trabzon’da ölmüştü.. Bir eylem için hazırlamakta olduğu bomba elinde patlamış, bu patlamada parçalanarak ölmüştü.

Aslında Ocak 1977’de Trabzon’da meydana gelen bu patlamayı gazetelerden okumuş ama Süreyya’nın gerçek ismini bilmediğimiz için haberi atlamıştık. Milliyet’in haberinde ölenin kimliği Yüksel Eriş olarak verilmişti. Patlamada kolları kopan diğer iki kişinin ise Dev-Genç üyesi olduğu yazılıydı.. Muhtemelen haberi atlamamızın en önemli nedeni de bu örgüt adıydı.


Gazetede haberin eki olarak bir de resim vardı. Patlamada ölen Yüksel Eriş ile yaralanan iki kişinin birlikte olduğu bir resimdi bu. Bu resimde de Süreyya’yı seçememiştik..


Kimileri bugün; Yüksel’in patlamada parçalanmadığını söylüyor.. Bunu bilemem,, Cesedi görmedim. Ben, anlatılanları nakletmiştim. Ayrıca Milliyet gazetesinde de Trabzon Numune Hastanesi yetkililerine dayanarak ‘’Yüksel Eriş’in bir elinin koptuğu, kafasının parçalandığı’’ yazılmıştı.

Doktorlar da YALAN söyleyecek değildi ya !

Yıllar sonra bu olayı düşündüğümde aklıma onlarca soru takıldı. Şakası olmayan bir yolun bu kadar basite alınmış olmasının tedirginliğini hissettim.

Yüksel Eriş; kendi dikkatsizliğinin kurbanı, yoldaşlarının sakat kalmasının da nedeni olmuştu. Muhtemelen Yüksel başka bir bölgeye sorumlu yapılmamış olsaydı bu olayı biz yaşamış olacaktık.

Aklıma takılan en önemli soru ise; patlama sonrasında Süreyya’nın gerçek kimliğinin nasıl ortaya çıktığıydı ? Gazeteler, ölenin gerçek kimliğini elbette emniyetten almışlardı ama emniyet nereden öğrenmişti ?

Yoksa öncü savaşını temel kabul eden bir örgütün Merkez Komite üyesi olan bu kişi, olaylara gerçek kimliğiyle katılacak kadar tedbirsiz miydi ?

Aynı durum Beylerderesi için de geçerliydi…Orada da gerçek kimlikler anında haberlerdeydi..

Bu olaylar; insanların ciddi bir yola amatör bir anlayışla girdiklerini kanıtlıyordu..Dikkatsizlik had safhadaydı..

Önderlerin amatörlüğü ve tedbirsizliği; sadece can almıyor, bütün yapıyı da riske atıyordu..

Yol uzundu.. İnsan, en değerli güçtü..

Ama basit hatalarla, çok değerli olan bu güçler kolayca harcanıyordu..

Bugün, geçmişe ve yazılanlara baktığımda hangi tesadüflerle sağ kaldığımızı çok daha iyi anlıyorum.

Belki de bu deneyimlerle bugün, hayatı daha çok ciddiye alıyorum..

3 yorum:

Unknown dedi ki...

BİLİNMEYENLER HAKKINDA "PARÇALANARAK ÖLDÜ" İFADESİ KULLANMAK VE ONLARIN AMATÖRLÜĞÜ YÜZÜNDEN "YAPI BOZULDU" GİBİ İFADELERİN MANTIĞINI PEK ANLAMIYORUM. PARÇALANARAK ÖLDÜ İFADESİ TAMAMEN YANLIŞ VE YALAN BİR BİLGİ. YAPI KONUSUNA GELİNCE GEÇMİŞLE İLGİLİ OLUMSUZ YURUMLAR YAPILACAĞINA CESARETİ OLAN AYNI HATALALARI BEN YAPMAM DEYİP ORTAYA ÇIKSIN.

Adsız dedi ki...

Elde patlayan bombanın zarar vermemesi düşünülemez. Milliyet yazdı. Doktorlar açıklamış. Baş ve el kopmuş. Ayrıca Yüksel öldükten sonra vücudunun bütün olduğunun ne önemi var.

Adsız dedi ki...

Ölüm haberini iletenler PARÇALANDI demişlerdi. Kaldı ki; Yüksel öldükten sonra cesedin nasıl olduğunun ne önemi var ? Hastane doktoru da başı ile ellerinin koptuğu şeklinde açıklama yapmıştı. Milliyet'de haberi var. Bu nedenle buraya takılı kalmamak gerekir.

Artık daha bir araya gelinmeyeceğine göre '' aynı hatayı yapmam'' demenin de bir anlamı yok.