11 Kasım 2008 Salı

Gafil Gezme Şaşkın...

Her şey 1971 yılında başladı diyebilirim. O yıl gerek, Türkiye siyasal tarihinde gerekse de yaşantımızda birçok şey oldu. Türkiye de tarihsel günler yaşıyorduk. 12 Mart 1971 muhtırası, 1968 yılında dünya da başlayan gençlik hareketi Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte bir Devrim hareketine dönüşmüştü.

Aynı yıl bu heyecanlı günler yaşanırken babam çalıştığı bankanın jestiyon kursunu bitirip Antakya’ya atanmıştı. 18 Temmuz da ise Ziraat Fakültesinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ilk duruşmasının (THKO Davası) olduğu gün, Ankara Tıp Fakültesinde kız kardeşim doğdu. 26 Ağustos akşamı Antakya’daydık.(Bu yolculukla ilgili duygularımı yolculuklar 1 de anlatmaya çalıştım.) O zamanki nüfusu 60.000 dolaylarındaydı.Eylül ayında okullar açıldığında Antakya’daki ilk arkadaşlarımı da edindim. Antakya Lisesi 1-P sınıfı. Sınıfın ilk numarası 22 ve bir Yahudi olan Herry Cemal, 756 numaralı gölgesinden korkan adam,1694 numaralı Nebil Rahuma ve sınıfın en son öğrencisi olan 1822 numaralı öğrenci bendim. Sınıf gerek dini, gerek etnik farklılıkları olan bir çok öğrenciden oluşmaktaydı., sınıfımız Antakya’nın kozmopolit yapısını yansıtıyordu.

Nebil Arap ve Alevi idi. Stella ve Herry Yahudi, Taşkın Türk ve Sünni, Rızkullah Hıristiyan ve Araptı. Kısaca sınıfta Araplar, Türkler, sunni, alevi, hırıstiyan ve yahudiler vardı. Zamanla öğrencilerle kaynaşmaya başladım.

Taşkın, Halef, Herry ve Nebil ile aramızdaki ilişkiler daha öne çıkmıştı. Nebil 1970 yılında babasını kaybetmişti. Babası okul önlerinde annesinin yaptığı kurabiyeleri satarak ailesini geçindiğini biliyorum. Annesi ise epey yaşlıydı. İki ablası vardı ve bunlardan birisi Zonguldak’ ta demir çelik fabrikasında çalışan birisi ile evliydi. Ablasının gönderdiği işçilere verilen postalları giyer, bana da böyle bir yeni postal verdiğini de bu gün dahi net bir şekilde hatırlarım. Diğer ablasını ise ben bilmiyordum. Ancak onunla 38 yıl sonra tanışabilecektim. O da evli ve Antakya’da yaşıyordu. Nebil yaşlı annesi ile kalıyordu. Nebil yaz aylasında inşaatlarda ya da Antalya gibi turistik kentlerde büyük otellerde küçük işler yaparak para kazanıyor ve kışın bu para ile annesi ve kendi geçimini sağlıyordu. Nebil ile birbirimize kitap alır verir (bu kitaplar Fakir Baykurt, Gorki ve benzeri yazarların kitaplarıydı), sinemaya gider, o zamanki bilgilerimizle ülke meseleleri üzerine dahi sohbetlerimiz olurdu. Sain Pierre kilisesine ya da Sümerlere doğru yürüyüşlerde sıkı sohbetlerimiz olurdu. İkimizde Devrime sempati duyardık. Antakya Lisesi 2 Fen F, 2. sınıfta da bu ilişkiler artarak devam etti. Ancak o yıl Nebil sınıfta kaldı. Ben 3. sınıftayken teneffüslerde buluşur arkadaşlığımızı devam ettirirdik.

Nebil kendi sınıflarındaki Nebile isimli bir kıza gönlünü kaptırmıştı. Bir teneffüste beni Nebile ile tanıştırmıştı. Nebile’ de Nebil’e karşı boş değildi. Platonik ve güzel bir ilişkileri vardı. Ben liseden mezun olduktan sonra o yıl Ankara’da kaldım. Döndüğümde her yerde olduğu gibi Antakya da siyasi olarak hareketlenmişti. 1976 yılında Antakya Devrimci Kültür Derneğine gidiyorduk. Devrimci Gençlik Dergisini izliyorduk. Ancak bu derginin 16. sayısından sonra bu dergiyi kendimizce eleştiriyorduk. Bu arada Ankara’da 74 af sonrası toparlanmaya çalışan bir grupla Devrimci Halk Derneğinde karşılaştık. Bu grup Anadolu’yu gezip 71 hareketinin devamını sağlamaya çalışıyordu. Ali Rıza SALMAN ve eşi Ömür Karamollaoğlu Antakya’ya gelen ilk gruptaydılar.. Bu grupla ortak hareket edilmeye başlandı.

Aynı dönemde yine Antakya Devrimci Kültür Derneğine bir kişi daha gelip gitmeye başladı. Kafası sargılar içinde ya çok iyi bir dayak yemiş ya da bir trafik kazası geçirmiş gibiydi. Adı Mihraç URAL’dı.*** Yine bu derneğin başkanı olan Mustafa Burgaz, Yönetim kurulu üyesi Mehmet Yavuz ve bir başka yönetim Kurulu üyesi Ali Fuat Çiler’de bu grupla aynı düşünceleri paylaşıyorlardı. Ben, Nebil, Fuat, Mehmet ve Mihraç Ankara’dan gelen Yüksel Eriş tarafından genel bir Marksist formasyondan geçirildik. Artık Antakya’nın Dörtayak mahallesinde çıkmaz sokaktaki bir örgüt evinde kalıyorduk.

Örgütün Ocak-Mart döneminde verdiği merkezi kayıplar yapılanmayı olumsuz olarak bayağı etkilemiştir. 1977 Ağustos darbesine kadar bu durum sıkışıklık yaratmış, içeri ve dışarısı sağlıklı iletişim kuramamış ve yapılanma 1977 Ağustosundan sonra Acilciler ve Halkın Devrimci Öncüleri (HDÖ) olarak ayrışmaya başlamıştır.

1977 Ağustosuna kadar olan dönemde kısmen de olsa yapılanma merkezi ilişkilerini ve eylemlerini yürütmeye çalışmıştır.. Nebil, 1976 Ekim ayında Antakya’da altın kaçakçısı bir kuyumcunun soyulmasında yer almış, 1977 Ocak eylemlerinde Tarsus’ta Ülkü Ocaklarının bombalanması eylemine katılmıştır.

Nebil; hem Antakya’da kalmasının sakıncalı olamaya başlaması, hem de geniş yakalanmaların yarattığı açığı kapatmak üzere İstanbul’a geçmiştir. 1 Mayıs olaylarında kitlenin korumasını sağlamak amacıyla polisle silahlı çatışmaya girmiştir. Yapılanmanın ihtiyaç duyduğu parasal birçok eylemde yer aldı.

Adana’da ABD’elçiliğinin bombalanmasında, İstanbul’da başta İntercontinental otelinin kurşunlanması olmak zere bir çok eylemde aktif görev aldı. Bu hızlı süreçte yakalanmaları, firarları ve eylemleri devam etti. Ele avuca sığmayan yapısıyla O; kimileri için sağlam bir yoldaş, kimileri içinse korkulu bir düşmandı..

Zaman aktı gitti..1980 yılında Ayrancıdaki annemlerin oturduğu Yeşilyurt Sokaktaki evden çıkıp dayım oğlunun Kuzgun Sokaktaki evlerine gittim. Kapıyı çaldım. Kapıyı Mehtap açtı (Dayıoğlunun eşi). Beni karşısında görünce heyecanla sarılarak Nebil’in öldürüldüğünü, öldürenlerin televizyona çıkarak ifade verdiklerini ve böyle birisini vurduklarından dolayı çok üzgün olduklarını söyledi.

Ben donmuş kalmış, ne olduğunu algılamaya çalışır bir halde, kısaca şoktaydım. Nebil’i gıyabında onlara defalarca anlatmıştım. Mehtap da Faruk da onu neredeyse benim kadar tanıyorlardı. Bu kötü haber beni yıkmıştı. Yüzlerce anı, yaşanmış onca şey ıslak gözlerimde yeniden canlandı

Beni teselli edemeyeceklerini anlayan yakınlarım sessizlikleriyle acıma ortak oldular. Neden sonra yavaş yavaş TV haberlerinde kaçırdığım bu haberin ayrıntılarını sordum. Anlatılanlara inanamıyordum. Sonraki günler de öldürülmesiyle ilgili söylenenleri duydukça isyan edesim gelmişti. Onunla gençlik yıllarından beri birlikte olmuş, aynı siyasi yapılanmanın içinde birlikte mücadele etmiştik. O’nu kendim kadar tanıyordum. Ve söylenenlerin hiçbirine hiçbir zaman itibar etmedim.

Yıllar, yıllar geçti…2008 yılında Antakya’dan Nebil’in bir başka çocukluk arkadaşıyla telefonlaşırken birden Nebil’in fotoğrafının kendisinde olup olmadığını sordum. Yoktu... Ama bulabilirim dedi. Nereden bulacaksın diye sorduğumda ablasının Antakya’da yaşadığını bizlerin yaşlarında çocukları olduğunu öğrendim.

Oysa benim tanıdığım Zonguldak’taki ablasından başka ablası olduğunu bilmiyordum. Bir dahaki telefonlaşmamızda ise Nebil’in yeğenlerinin; o arkadaşı görmeden fotoğrafını vermeyiz” demeleri üzerine Antakya’ya gitmem farz olmuştu.

10 Ekim Cuma günü akşam Ankara’dan Antakya’ya hareket ettim. 1989 yılından beri Antakya’ya gitmemiştim. 19 yıl aradan sonra ilk defa gidiyordum. Cumartesi günü hiç kimseye görünmeden, yanımda birisinin olması konsantrasyonumu bozacağı düşüncesiyle Antakya’yı tek başıma yaşamak istiyordum. Hiç kimsenin yoğunlaşmama engel olmasını istemiyordum. Sabah 06.30 dan itibaren 4 saat kadar Antakya’yı dolaştım. Her bir sokağında, her bir duvarında yaşanmış bir çok anılar çıkageldiler. Hafızamdaki hatıralarla bu günü yaşamaya çalıştım. Kâh yüzümde bir tebessüm, kâh gözlerimde yaşlar, kâh boğazımda düğümlenen, beni boğan hıçkırıklar arasında geçmişi aradım. Yüreğim ağırlaştı.

Geçmişten anılarıma doğru gelen bir arkadaşın hala aynı evde olabileceği düşüncesiyle apartmandaki ziller üzerindeki isimlere bakarken, apartmandan inen genç bir çocuğa arkadaşımı sordum. “Abi O geçen sene Mersin’de öldü'' demesiyle gözyaşlarımı ve hıçkırıklarımı tutamaz oldum. Dizlerimin bağı çözüldü. Zorlukla teşekkür edebildim. Genç adam şaşırdı bana yardım etmeye çalıştı, ayakta zar zor durabiliyordum. Artık daha fazlasını kaldıramazdım. Dolaşmaktan vazgeçtim ve kendimi Öğretmen evine zor attım. Bir duş aldım. Ama kendime bir türlü gelemedim. Anılar, aklıma hücum ettikçe hıçkırıkları koyuverdim….

Süheyl ile konuştuk, konuştuk, konuştuk... 19 yıldır görmemiştim. Kardeşiyle Akçay’da birlikteydik. Kimilerini kaybetmiştik. Nebil’in en küçük yeğeniyle tanıştım. İlginçtir bana Nebil’i andırdı. Hemen eve gidip fotoğrafını getirdi. 28 yıl sonra Nebil karşımda duruyordu. Bu siyah beyaz fotoğrafta gözlerimin içine bakıyordu. Ve bana bilmediğim birçok şeyi anlatmaya çalışıyordu.

Onu anlamaya çalışıyordum. Sanki bana, bunca zaman neredeydin der gibiydi. Ama tek görebildiğim onun o sıcak, o sevecen, çocuksu bakışlarıydı. Anlatamadığının farkına varmışçasına anlatmak ve sormaktan vazgeçip, o sevecen ve o çocuksu, o masum bakışlarına devam etti. Ahhh..! Neden şair olamadım..? Ahhh..! Neden şiir yazamıyorum...? Çaresizliğimi ona göstermek istemezdim. Mahcubum….

Diğer yeğenleriyle de tanıştım. Ama o en küçük yeğeni, hepsinden daha çok Nebil’i çağrıştırıyordu. Durmadan O’nu soruyorlardı. Hiç durmadan anlatıyordum. Gitme vakti geldiğinde seni annemle tanıştırmadan bırakmayız dediler. Bizlere anlattıklarını ona da anlatmalısın dediler. Ve beni evlerine götürdüler...

Nebile abla! Bana sarıldı. Kokladı, öptü, sen ondan bu güne gelen bir parçasın dedi. Onlarda bana Nebil’den birer parçaydılar. Her birinde Nebil’e ait bir şeyler vardı. Yaşanan duygulu sahneleri sizlerin hayal gücünüze bırakıyorum. Benden tek bir şey istedi: O’nun mezarını bulun..

Ankara’ya döndüm. M, Yavuz arkadaşa durumu anlattım, Nebil’i hiç görmemiş ama benim kadar tanıyabilen bir başka arkadaşa (Ayhan) durumu anlattım. Birçok yere haber saldık. Kimi gelişmeler oldu. Nebile Ablaya onu aramaya devam ettiğimizi söyledik. Ama şimdilik bulana kadar bir Anıt Mezar hazırlayacağımıza söz verdik.

Nebil'in anıtına neler yazılmalıydı..? Hangi şiir ya da türkü O'nu en güzel şekilde ifade edebilirdi..? Hafızamı zorlarken Nebil'in en sevdiği türküyü hatırladım..

Bir gün Nebil bana hangi türküyü daha çok sevdiğimi sordu. Ben de Muş türküsü dedim. Peki, sen hangi türküyü seviyorsun diye sordum. O bir an durdu ve uzaklara bakarak adeta fısıldayarak ağır ağır ''Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün'' dedi. Aramızda bir sessizlik oldu ve bu sessizliği uzun bir süre ikimizde bozmadık...

E.ULAŞAN

1 yorum:

Zindanarkası'ndan dedi ki...

kemence dedi ki...
merhaba...
Öncelikle Nebil Rahuma'nın anısını yaşatan ve bunun için emek harcayan tüm insanlara teşekkürler..

Yakınlarının acısını paylaşıyorum.

Sevgi ve saygılarımla
Nuri Kısa

22 Aralık 2008 Pazartesi 12:45