Nebil RAHUMA’yı anıyoruz..
1980 yılının cinnet döneminde ebediyete yolcu ettiğimiz Nebil, Antakya’nın devrimci harekete armağan ettiği yiğit biriydi.
Yoksul bir ananın tek oğluydu. Babasızdı.. Lise yıllarından beri kahvelerde çıraklık yapar, birkaç kuruş olsun anasına destek olmaya çalışırdı. İhtiyacı çoktu ama buna rağmen dışarıdan gelen her yardıma kapalıydı. Bir keresinde oldu bittiye getirip kendisine rulo kağıda sarılı halde para yardımı yapmış ve uzaklaşmıştık. Ama O, bizi bulup iade etmişti kendisine verilen parayı.
Dünyada belki de değer vermediği tek şey; maddiyattı..
Nebil, tıknaz bir yapıya sahipti. Konuşurken gözlerini bakışlardan kaçırır, mahçup ve sessiz bir gülümsemeyle yere doğru bakardı. Çok saygılıydı.. Onun her hangi birisini değil taciz etmek, gözleriyle rahatsız ettiğine bile şahit olmadık.
Hatay Eğitim Enstitüsü’ne kayıt yaptırdığı gün, yoksul anası için belki de en mutlu andı.. Yaşama ve geleceğe dair sağlam bir güvenceden yoksun olan ana için Nebil’in öğretmen çıkması, düzenli bir gelire ve sağlık güvencesine sahip olması kuşkusuz çok önemliydi. Ancak beklenmeyen bir kavga bu gidişatı değiştirecek ve muhtemelen Nebil’in yol haritasındaki bir kilometre taşı olacaktı.
Nebil, 1976 yılında Antakya Devrimci Kültür Derneği bünyesinde toplanan öğrenci gurubu içinde yer almaya ve bu derneğe gidip gelmeye başlamıştı. MC hükümetinin ülke çapında yarattığı gerginlik ve kavga ortamı okulumuzda ve şehrimizde de mevcuttu.
Okul giriş ve çıkışlarında MHP’li öğrencilerle aramızda sataşmalar oluyor ancak kavgaya dönüşmüyordu. Birgün bizler sınıftayken dışarıda bir yığılmanın olduğunu fark ederek dışarı çıktığımızda Nebil’in Yılmaz Karagün isimli bir faşistle yumruklaştığını gördük. İşte bu kavga, Nebil’in siyasi mücadele içindeki yol haritasını belirledi. Bu kavgadan sonra ilişkilerimiz daha da sıkılaştı ve Acil/HDÖ örgütlenmesinin ilk hücre çalışmalarına dahil oldu.
Nebil Rahuma; özverili, her ortama dayanıklı, asla şikayet etmeyen sakin bir yapıya sahipti. İdeolojik tartışmalara girmez, sessiz bir şekilde konuşmaları izlerdi. Hatay ve Adana bölgesindeki bazı eylemlerde aktif rol aldıktan sonra İstanbul’daki yakalanmaları takiben o bölgeye giderek eylem kadrosuna girdi. Doğal olarak okulu tamamen bıraktı.
İstanbul’da banka soygunlarına ve Taksim eylemine aktif olarak katıldı. Bu tür eylemlerden sonra Antakya’da buluştuğumuz bir gün çok garibine giden bir olayı anlatmıştı. Bir banka soygunundan sonra örgüt kasasından pantolon alması için kendisine para verilmiş. Garipsediği durum buydu.. Örgüt parasıyla kendisine üst baş almak zoruna gitmişti. Örgütün parasını özel harcamada kullanmak onun açısından ihanet gibi bir şeydi. Kendisine bunun gerekli olduğunu anlatmak için saatlerce dil döktük.. İkna olmasa da olmuş gibi başını salladı ama ağzından bir çift laf alamadık.
1976 yılında Filistinli gerillalar Muhammed Reşit ve Mehdi Muhammed, İsrail’in Uganda baskınının intikamını almak için Yeşilköy havalimanına baskın yapmışlar ve akabinde müebbet hapse mahkum edilerek Sagmağcılar Cezaevine kapatılmışlardı. Bu kişilerin ileride Nebil Rahuma’nın yardımıyla cezaevinden kaçırılacaklarını o yıllarda hiç tahmin edemezdik.
Nebil’in ilk yakalanışı 2007 sonu veya 2008 yılının başları. İstanbul’da yakalanıp Sagmağcılar cezaevine gönderildi. Burada bir ay kadar kaldıktan sonra TİKKO militanı Hacı Demirkaya ile birlikte, korsan gösteriden yakalanıp tutuklanan ama kısa bir süre sonra tahliyeleri gelen kişilerin yerine geçerek (Nebil, Bedri Yağan’ın yerine) Sagmağcılar’dan firar etti ancak bir ay kadar sonra Ümraniye semtinde kolundan yaralı olarak yakalanıp zamanın siyasi şube müdürü UĞUR GÜR’ün ağır işkencesine maruz kaldı. Kendi anlatımıyla Uğur GÜR; kendisiyle top gibi oynamıştı.
Uğur Gür’ün ağır işkence altındaki Nebil’e tek sorusu vardı: ‘’HACI DEMİRKAYA nerede ?’’ Buna karşılık Nebil’in de tek cümlelik bir ifadesi vardı: ‘’CEZAEVİNDEN ÇIKINCA O SAĞA BEN SOLA GİTTİM…’’ Başka bir ifadesi yok. Ağır işkencelerin ardından tekrar Sagmağcılar cezaevine gönderildi.
Ana dilinin Arapça olması nedeniyle Nebil, Sagmağcılar Cezaevindeyken Yeşilköy’ü basan Filistinli gerillalarla sıkı ilişki kurdu. Bunlarla kaçma planı yapıldıktan sonra Filistinli gerillalar kaçacakları güne kadar saç ve sakallarını kesmeyip uzatıyorlar.. Kaçacakları gün sakallarını kesip ziyarete gelenlerin temin ettiği kadın çarşaflarını giyerek ziyaretçilerin arasında cezaevinden kaçıyorlar (1979). Tamamen örgütlü bir girişim. Nebil, son anda gardiyanlar tarafından fark edilip çarşaflı olarak nizamiyede yakalanıyor.
Bu firar girişimi üzerine kendisini Trabzon cezaevine naklettiler. Nebil Rahuma, Trabzon cezaevinde çıkan yangın nedeniyle bu defa SİNOP cezaevine oradan da NİĞDE cezaevine nakledildi. Niğde, Nebil’in yattığı son cezaevi oldu. Kısa bir süre sonra buradan da firar etti. İlginç bir tesadüf, Nebile ablası her şeyden habersiz firar günü kendisini ziyaret ediyor ve görüş anında Nebil ablasına, ''neden geldiniz, ben bugün firar ediyorum, hemen gidin'' diyor. Cezaevi dışında bekleyen ablası, Nebil'in takım elbise ve şık bir palto içerisinde güneş gözlüklü olarak bir taksiye binip uzaklaşmasını endişe ile izliyor.
Firar sonrası Filistin’e giden Nebil Rahuma, kaçmalarına yardım ettiği iki Filistinli nedeniyle önemli bir kariyere sahip Filistin halkı arasında. Evrensel bir devrimci olan Nebil, haklı davalarında Filistin halkıyla birlikte İsrail’e karşı savaşıyor. Burada önemli kahramanlıkları var. Olayın şahitleri, yeri ve zamanı geldiğinde bu konudaki anılarını mutlaka yazacaklardır.
Nebil; örgütlü mücadelenin gereği olarak 1980 yılında ülkesine geri döndü. İstanbul’da kısa aralıklarla Selimiye kışlasının kurşunlanması, Selimiye’de bir kuyumcunun soyulması eylemlerini gerçekleştirdi.. Nebil, can siperane devrimci mücadelesine devam ederken, onu ölüme götürecek gelişmelerin muhtemelen farkında değildi.
Nebil Rahuma, kendisine aşkı yasaklamıştı. Aşkın, devrimcinin hızını keseceğine inanıyordu. Kendisine aşık olan kız arkadaşlarımız da vardı ama Nebil, kendisiyle bu konuların konuşulmasına bile fırsat vermeden derhal uzaklaşır, onlarla aynı ortamda bulunmazdı.
Nebil Rahuma, ACİL – HDÖ ayrımında HDÖ saflarında yer aldı. Bu durumu bizler de zaten biliyor ve onunla aynı safta yer alıyorduk. Cezaevinden kaçmadan önceki son görüşmesinde bizlerle irtibata geçeceğini Erkan arkadaşımıza söylüyor. Ama ölümüne kadar olan süreçte bizlerle bağlantı kurmadı veya kuramadı.. Nedenini bilemiyoruz..
Ölümü hakkında çelişkili ifadeler ve haberler var. 12 Eylül darbesinden yaklaşık bir ay sonra TRT ‘de konuşturulan bir itirafçı; ‘’ Nebil’i Balıkesir’deki hücre evinde uyurken öldürdüklerini, cesedini bahçeye gömdüklerini..’’ söylemişti. Aynı kişi cesedi gömdükleri yeri de göstermiş ve parkalı, ayakkabılı bir ceset çıkarılmıştı.. Ancak cesede ne olduğu hakkında hiçbir bilgi yok. Ceset bulunsa en azından tespit için ailesine haber verilmez miydi ?
Nebil’in ölümü hakkında Yalçın KÜÇÜK’ün Türkiye Üzerine Tezler kitabında da farklı bir bilgi var. Kitabın 610 ncu sayfasından itibaren Nebil’in öldürülüşü anlatılıyor. HDÖ iddianamesine dayandırılan bilgilere göre Nebil Rahuma’yı İstanbul Güngören’de ATEŞ Tuğla yakınında bir yerde öldürüp gömüyorlar.. Ama yine ailesine teslim edilmiş, yada ailesi tarafından tespit edilmiş bir ceset yok ortada.
Bir başka bilgiye göre de Nebil Rahuma’ya haksız suçlamaları isnat edenler, onu İstanbul’da ormanlık bir alanda öldürüp terk ediyorlar. Katilleri ertesi gün dönüp baktıklarında, Nebil’in cesedinin olay yerinde olmadığını görüyorlar. Yani yine ceset ortada yok.
Öldürüldüğü zaman 24 yaşında fırtına gibi bir gençti.
Bizler, cuntaların idamlarına karşı çıkarken nasıl oluyordu da çok basit bahanelerle arkadaşımızı katledebiliyorduk..? Bunu hep sorguladım.. Ayrıca Nebil, kolaylıkla kurtulma şansına sahipken neden sessiz ve sakin ölüme gitmişti..?
Yıllar sonra bunun da nedenini bulduk ve Nebil gözümüzde daha da yüceleşti. Nebil, kendisine yöneltilen her türlü suçlamaya ısrarla karşı çıkmış ve hiçbir suçlamayı kabul etmemişti. Hatta yapılan bazı suçlamalar onun kişilik yapısına ve konumuna kesinlikle aykırıydı. O her şeyi sineye çekebilir ve yaşamına devam edebilirdi ama şerefsiz bir suçlamayla yaşamayı onuruna yediremedi.
Onun iki teklifi vardı: Ya bu suçlamalar kaldırılacak, ya da kendisini öldürmeleri gerekecekti.. İşte Nebil’in, ölümle böyle onurlu ve şerefli bir kavuşması oldu. Aslında bu eylemiyle Nebil, kendisini öldürenleri cezalandırdı. Bugün daha iyi anlıyoruz bunu.
Aradan 28 yıl geçti. Bizler ellili yaşları aştık ama Nebil kalbimizde ve anılarımızda hep yirmili yaşlarında duruyor.. O hiç unutulmayacak ve hatta yaşlanmayacak.
Bazı şiirler vardır ki, kişilerle örtüşürler.. Nebil, dostumuz Erkan’a en çok sevdiği türkünün GAFİL GEZME ŞAŞKIN olduğunu söylemiş bir gün ve ilginçtir sonu da türküdekiyle uyuşuyor.
Ben de Ahmed Arif ustamızın aşağıdaki satırlarında Nebil’i bulurum hep:
Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Hiçbiri olmaz halbuki…
Ve olmadı da..
Nebil Rahuma için ölümünün üzerinden 28 yıl geçtikten sonra bir anıt yaptırmak fikri nasıl doğdu ? Bunu da anlatmam gerekiyor..
Nebil’in geride bıraktığı annesi, ablası ve yiğenleri; onun ölümünden sonra da büyük bir baskı altındaydılar.. Bu baskı altında acılarını bile dışa vuramıyorlardı.. İçin için ağlıyor, için için kahroluyorlardı. Oğullarının, kardeşlerinin, dayılarının bir mezarı bile yoktu..
Onları Antakya’da ziyaret eden Erkan, beni aradı.. Durumu anlattı.. Nebil’in mezarını bulup cesedini Antakya’da bir mezarlığa defnetme sorumluluğunu üzerimize aldık. Düşüncemizi ablası ve yigenleriyle paylaştık. Çok mutlu oldular..
Cesedin bulunması zaman alabilirdi.. Bu nedenle Mihraç Ural’ın da önerisiyle Nebil adına bir anıt yapılması fikri ortaya çıktı. Bu düşünceyi de ailesiyle paylaştık ve onaylarını aldık.
Bu onay üzerine çalışmalara başladık ve cesedini bulduğumuzda getirmek üzere anıtını açmaya karar verdik. Bu anıt bir ağlama duvarı değil; yiğitliğe, geçmişe ve dirence saygının buluşma noktası olmalıdır.
Yoldaş dememden alınanlar veya başka anlamlar çıkaranlar olabilir.. O nedenle, yoldaş hitabını bir yana bırakıp bütün devrimcileri ve dostları 30 Kasım’da Antakya’da Nebil’in anıtında saygı duruşuna bekliyoruz.
Mehmet Yavuz
24 Kasım 2008 Pazartesi
11 Kasım 2008 Salı
Gafil Gezme Şaşkın...
Her şey 1971 yılında başladı diyebilirim. O yıl gerek, Türkiye siyasal tarihinde gerekse de yaşantımızda birçok şey oldu. Türkiye de tarihsel günler yaşıyorduk. 12 Mart 1971 muhtırası, 1968 yılında dünya da başlayan gençlik hareketi Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte bir Devrim hareketine dönüşmüştü.
Aynı yıl bu heyecanlı günler yaşanırken babam çalıştığı bankanın jestiyon kursunu bitirip Antakya’ya atanmıştı. 18 Temmuz da ise Ziraat Fakültesinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ilk duruşmasının (THKO Davası) olduğu gün, Ankara Tıp Fakültesinde kız kardeşim doğdu. 26 Ağustos akşamı Antakya’daydık.(Bu yolculukla ilgili duygularımı yolculuklar 1 de anlatmaya çalıştım.) O zamanki nüfusu 60.000 dolaylarındaydı.Eylül ayında okullar açıldığında Antakya’daki ilk arkadaşlarımı da edindim. Antakya Lisesi 1-P sınıfı. Sınıfın ilk numarası 22 ve bir Yahudi olan Herry Cemal, 756 numaralı gölgesinden korkan adam,1694 numaralı Nebil Rahuma ve sınıfın en son öğrencisi olan 1822 numaralı öğrenci bendim. Sınıf gerek dini, gerek etnik farklılıkları olan bir çok öğrenciden oluşmaktaydı., sınıfımız Antakya’nın kozmopolit yapısını yansıtıyordu.
Nebil Arap ve Alevi idi. Stella ve Herry Yahudi, Taşkın Türk ve Sünni, Rızkullah Hıristiyan ve Araptı. Kısaca sınıfta Araplar, Türkler, sunni, alevi, hırıstiyan ve yahudiler vardı. Zamanla öğrencilerle kaynaşmaya başladım.
Taşkın, Halef, Herry ve Nebil ile aramızdaki ilişkiler daha öne çıkmıştı. Nebil 1970 yılında babasını kaybetmişti. Babası okul önlerinde annesinin yaptığı kurabiyeleri satarak ailesini geçindiğini biliyorum. Annesi ise epey yaşlıydı. İki ablası vardı ve bunlardan birisi Zonguldak’ ta demir çelik fabrikasında çalışan birisi ile evliydi. Ablasının gönderdiği işçilere verilen postalları giyer, bana da böyle bir yeni postal verdiğini de bu gün dahi net bir şekilde hatırlarım. Diğer ablasını ise ben bilmiyordum. Ancak onunla 38 yıl sonra tanışabilecektim. O da evli ve Antakya’da yaşıyordu. Nebil yaşlı annesi ile kalıyordu. Nebil yaz aylasında inşaatlarda ya da Antalya gibi turistik kentlerde büyük otellerde küçük işler yaparak para kazanıyor ve kışın bu para ile annesi ve kendi geçimini sağlıyordu. Nebil ile birbirimize kitap alır verir (bu kitaplar Fakir Baykurt, Gorki ve benzeri yazarların kitaplarıydı), sinemaya gider, o zamanki bilgilerimizle ülke meseleleri üzerine dahi sohbetlerimiz olurdu. Sain Pierre kilisesine ya da Sümerlere doğru yürüyüşlerde sıkı sohbetlerimiz olurdu. İkimizde Devrime sempati duyardık. Antakya Lisesi 2 Fen F, 2. sınıfta da bu ilişkiler artarak devam etti. Ancak o yıl Nebil sınıfta kaldı. Ben 3. sınıftayken teneffüslerde buluşur arkadaşlığımızı devam ettirirdik.
Nebil kendi sınıflarındaki Nebile isimli bir kıza gönlünü kaptırmıştı. Bir teneffüste beni Nebile ile tanıştırmıştı. Nebile’ de Nebil’e karşı boş değildi. Platonik ve güzel bir ilişkileri vardı. Ben liseden mezun olduktan sonra o yıl Ankara’da kaldım. Döndüğümde her yerde olduğu gibi Antakya da siyasi olarak hareketlenmişti. 1976 yılında Antakya Devrimci Kültür Derneğine gidiyorduk. Devrimci Gençlik Dergisini izliyorduk. Ancak bu derginin 16. sayısından sonra bu dergiyi kendimizce eleştiriyorduk. Bu arada Ankara’da 74 af sonrası toparlanmaya çalışan bir grupla Devrimci Halk Derneğinde karşılaştık. Bu grup Anadolu’yu gezip 71 hareketinin devamını sağlamaya çalışıyordu. Ali Rıza SALMAN ve eşi Ömür Karamollaoğlu Antakya’ya gelen ilk gruptaydılar.. Bu grupla ortak hareket edilmeye başlandı.
Aynı dönemde yine Antakya Devrimci Kültür Derneğine bir kişi daha gelip gitmeye başladı. Kafası sargılar içinde ya çok iyi bir dayak yemiş ya da bir trafik kazası geçirmiş gibiydi. Adı Mihraç URAL’dı.*** Yine bu derneğin başkanı olan Mustafa Burgaz, Yönetim kurulu üyesi Mehmet Yavuz ve bir başka yönetim Kurulu üyesi Ali Fuat Çiler’de bu grupla aynı düşünceleri paylaşıyorlardı. Ben, Nebil, Fuat, Mehmet ve Mihraç Ankara’dan gelen Yüksel Eriş tarafından genel bir Marksist formasyondan geçirildik. Artık Antakya’nın Dörtayak mahallesinde çıkmaz sokaktaki bir örgüt evinde kalıyorduk.
Örgütün Ocak-Mart döneminde verdiği merkezi kayıplar yapılanmayı olumsuz olarak bayağı etkilemiştir. 1977 Ağustos darbesine kadar bu durum sıkışıklık yaratmış, içeri ve dışarısı sağlıklı iletişim kuramamış ve yapılanma 1977 Ağustosundan sonra Acilciler ve Halkın Devrimci Öncüleri (HDÖ) olarak ayrışmaya başlamıştır.
1977 Ağustosuna kadar olan dönemde kısmen de olsa yapılanma merkezi ilişkilerini ve eylemlerini yürütmeye çalışmıştır.. Nebil, 1976 Ekim ayında Antakya’da altın kaçakçısı bir kuyumcunun soyulmasında yer almış, 1977 Ocak eylemlerinde Tarsus’ta Ülkü Ocaklarının bombalanması eylemine katılmıştır.
Nebil; hem Antakya’da kalmasının sakıncalı olamaya başlaması, hem de geniş yakalanmaların yarattığı açığı kapatmak üzere İstanbul’a geçmiştir. 1 Mayıs olaylarında kitlenin korumasını sağlamak amacıyla polisle silahlı çatışmaya girmiştir. Yapılanmanın ihtiyaç duyduğu parasal birçok eylemde yer aldı.
Adana’da ABD’elçiliğinin bombalanmasında, İstanbul’da başta İntercontinental otelinin kurşunlanması olmak zere bir çok eylemde aktif görev aldı. Bu hızlı süreçte yakalanmaları, firarları ve eylemleri devam etti. Ele avuca sığmayan yapısıyla O; kimileri için sağlam bir yoldaş, kimileri içinse korkulu bir düşmandı..
Zaman aktı gitti..1980 yılında Ayrancıdaki annemlerin oturduğu Yeşilyurt Sokaktaki evden çıkıp dayım oğlunun Kuzgun Sokaktaki evlerine gittim. Kapıyı çaldım. Kapıyı Mehtap açtı (Dayıoğlunun eşi). Beni karşısında görünce heyecanla sarılarak Nebil’in öldürüldüğünü, öldürenlerin televizyona çıkarak ifade verdiklerini ve böyle birisini vurduklarından dolayı çok üzgün olduklarını söyledi.
Ben donmuş kalmış, ne olduğunu algılamaya çalışır bir halde, kısaca şoktaydım. Nebil’i gıyabında onlara defalarca anlatmıştım. Mehtap da Faruk da onu neredeyse benim kadar tanıyorlardı. Bu kötü haber beni yıkmıştı. Yüzlerce anı, yaşanmış onca şey ıslak gözlerimde yeniden canlandı
Beni teselli edemeyeceklerini anlayan yakınlarım sessizlikleriyle acıma ortak oldular. Neden sonra yavaş yavaş TV haberlerinde kaçırdığım bu haberin ayrıntılarını sordum. Anlatılanlara inanamıyordum. Sonraki günler de öldürülmesiyle ilgili söylenenleri duydukça isyan edesim gelmişti. Onunla gençlik yıllarından beri birlikte olmuş, aynı siyasi yapılanmanın içinde birlikte mücadele etmiştik. O’nu kendim kadar tanıyordum. Ve söylenenlerin hiçbirine hiçbir zaman itibar etmedim.
Yıllar, yıllar geçti…2008 yılında Antakya’dan Nebil’in bir başka çocukluk arkadaşıyla telefonlaşırken birden Nebil’in fotoğrafının kendisinde olup olmadığını sordum. Yoktu... Ama bulabilirim dedi. Nereden bulacaksın diye sorduğumda ablasının Antakya’da yaşadığını bizlerin yaşlarında çocukları olduğunu öğrendim.
Oysa benim tanıdığım Zonguldak’taki ablasından başka ablası olduğunu bilmiyordum. Bir dahaki telefonlaşmamızda ise Nebil’in yeğenlerinin; o arkadaşı görmeden fotoğrafını vermeyiz” demeleri üzerine Antakya’ya gitmem farz olmuştu.
10 Ekim Cuma günü akşam Ankara’dan Antakya’ya hareket ettim. 1989 yılından beri Antakya’ya gitmemiştim. 19 yıl aradan sonra ilk defa gidiyordum. Cumartesi günü hiç kimseye görünmeden, yanımda birisinin olması konsantrasyonumu bozacağı düşüncesiyle Antakya’yı tek başıma yaşamak istiyordum. Hiç kimsenin yoğunlaşmama engel olmasını istemiyordum. Sabah 06.30 dan itibaren 4 saat kadar Antakya’yı dolaştım. Her bir sokağında, her bir duvarında yaşanmış bir çok anılar çıkageldiler. Hafızamdaki hatıralarla bu günü yaşamaya çalıştım. Kâh yüzümde bir tebessüm, kâh gözlerimde yaşlar, kâh boğazımda düğümlenen, beni boğan hıçkırıklar arasında geçmişi aradım. Yüreğim ağırlaştı.
Geçmişten anılarıma doğru gelen bir arkadaşın hala aynı evde olabileceği düşüncesiyle apartmandaki ziller üzerindeki isimlere bakarken, apartmandan inen genç bir çocuğa arkadaşımı sordum. “Abi O geçen sene Mersin’de öldü'' demesiyle gözyaşlarımı ve hıçkırıklarımı tutamaz oldum. Dizlerimin bağı çözüldü. Zorlukla teşekkür edebildim. Genç adam şaşırdı bana yardım etmeye çalıştı, ayakta zar zor durabiliyordum. Artık daha fazlasını kaldıramazdım. Dolaşmaktan vazgeçtim ve kendimi Öğretmen evine zor attım. Bir duş aldım. Ama kendime bir türlü gelemedim. Anılar, aklıma hücum ettikçe hıçkırıkları koyuverdim….
Süheyl ile konuştuk, konuştuk, konuştuk... 19 yıldır görmemiştim. Kardeşiyle Akçay’da birlikteydik. Kimilerini kaybetmiştik. Nebil’in en küçük yeğeniyle tanıştım. İlginçtir bana Nebil’i andırdı. Hemen eve gidip fotoğrafını getirdi. 28 yıl sonra Nebil karşımda duruyordu. Bu siyah beyaz fotoğrafta gözlerimin içine bakıyordu. Ve bana bilmediğim birçok şeyi anlatmaya çalışıyordu.
Onu anlamaya çalışıyordum. Sanki bana, bunca zaman neredeydin der gibiydi. Ama tek görebildiğim onun o sıcak, o sevecen, çocuksu bakışlarıydı. Anlatamadığının farkına varmışçasına anlatmak ve sormaktan vazgeçip, o sevecen ve o çocuksu, o masum bakışlarına devam etti. Ahhh..! Neden şair olamadım..? Ahhh..! Neden şiir yazamıyorum...? Çaresizliğimi ona göstermek istemezdim. Mahcubum….
Diğer yeğenleriyle de tanıştım. Ama o en küçük yeğeni, hepsinden daha çok Nebil’i çağrıştırıyordu. Durmadan O’nu soruyorlardı. Hiç durmadan anlatıyordum. Gitme vakti geldiğinde seni annemle tanıştırmadan bırakmayız dediler. Bizlere anlattıklarını ona da anlatmalısın dediler. Ve beni evlerine götürdüler...
Nebile abla! Bana sarıldı. Kokladı, öptü, sen ondan bu güne gelen bir parçasın dedi. Onlarda bana Nebil’den birer parçaydılar. Her birinde Nebil’e ait bir şeyler vardı. Yaşanan duygulu sahneleri sizlerin hayal gücünüze bırakıyorum. Benden tek bir şey istedi: O’nun mezarını bulun..
Ankara’ya döndüm. M, Yavuz arkadaşa durumu anlattım, Nebil’i hiç görmemiş ama benim kadar tanıyabilen bir başka arkadaşa (Ayhan) durumu anlattım. Birçok yere haber saldık. Kimi gelişmeler oldu. Nebile Ablaya onu aramaya devam ettiğimizi söyledik. Ama şimdilik bulana kadar bir Anıt Mezar hazırlayacağımıza söz verdik.
Nebil'in anıtına neler yazılmalıydı..? Hangi şiir ya da türkü O'nu en güzel şekilde ifade edebilirdi..? Hafızamı zorlarken Nebil'in en sevdiği türküyü hatırladım..
Bir gün Nebil bana hangi türküyü daha çok sevdiğimi sordu. Ben de Muş türküsü dedim. Peki, sen hangi türküyü seviyorsun diye sordum. O bir an durdu ve uzaklara bakarak adeta fısıldayarak ağır ağır ''Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün'' dedi. Aramızda bir sessizlik oldu ve bu sessizliği uzun bir süre ikimizde bozmadık...
E.ULAŞAN
Aynı yıl bu heyecanlı günler yaşanırken babam çalıştığı bankanın jestiyon kursunu bitirip Antakya’ya atanmıştı. 18 Temmuz da ise Ziraat Fakültesinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ilk duruşmasının (THKO Davası) olduğu gün, Ankara Tıp Fakültesinde kız kardeşim doğdu. 26 Ağustos akşamı Antakya’daydık.(Bu yolculukla ilgili duygularımı yolculuklar 1 de anlatmaya çalıştım.) O zamanki nüfusu 60.000 dolaylarındaydı.Eylül ayında okullar açıldığında Antakya’daki ilk arkadaşlarımı da edindim. Antakya Lisesi 1-P sınıfı. Sınıfın ilk numarası 22 ve bir Yahudi olan Herry Cemal, 756 numaralı gölgesinden korkan adam,1694 numaralı Nebil Rahuma ve sınıfın en son öğrencisi olan 1822 numaralı öğrenci bendim. Sınıf gerek dini, gerek etnik farklılıkları olan bir çok öğrenciden oluşmaktaydı., sınıfımız Antakya’nın kozmopolit yapısını yansıtıyordu.
Nebil Arap ve Alevi idi. Stella ve Herry Yahudi, Taşkın Türk ve Sünni, Rızkullah Hıristiyan ve Araptı. Kısaca sınıfta Araplar, Türkler, sunni, alevi, hırıstiyan ve yahudiler vardı. Zamanla öğrencilerle kaynaşmaya başladım.
Taşkın, Halef, Herry ve Nebil ile aramızdaki ilişkiler daha öne çıkmıştı. Nebil 1970 yılında babasını kaybetmişti. Babası okul önlerinde annesinin yaptığı kurabiyeleri satarak ailesini geçindiğini biliyorum. Annesi ise epey yaşlıydı. İki ablası vardı ve bunlardan birisi Zonguldak’ ta demir çelik fabrikasında çalışan birisi ile evliydi. Ablasının gönderdiği işçilere verilen postalları giyer, bana da böyle bir yeni postal verdiğini de bu gün dahi net bir şekilde hatırlarım. Diğer ablasını ise ben bilmiyordum. Ancak onunla 38 yıl sonra tanışabilecektim. O da evli ve Antakya’da yaşıyordu. Nebil yaşlı annesi ile kalıyordu. Nebil yaz aylasında inşaatlarda ya da Antalya gibi turistik kentlerde büyük otellerde küçük işler yaparak para kazanıyor ve kışın bu para ile annesi ve kendi geçimini sağlıyordu. Nebil ile birbirimize kitap alır verir (bu kitaplar Fakir Baykurt, Gorki ve benzeri yazarların kitaplarıydı), sinemaya gider, o zamanki bilgilerimizle ülke meseleleri üzerine dahi sohbetlerimiz olurdu. Sain Pierre kilisesine ya da Sümerlere doğru yürüyüşlerde sıkı sohbetlerimiz olurdu. İkimizde Devrime sempati duyardık. Antakya Lisesi 2 Fen F, 2. sınıfta da bu ilişkiler artarak devam etti. Ancak o yıl Nebil sınıfta kaldı. Ben 3. sınıftayken teneffüslerde buluşur arkadaşlığımızı devam ettirirdik.
Nebil kendi sınıflarındaki Nebile isimli bir kıza gönlünü kaptırmıştı. Bir teneffüste beni Nebile ile tanıştırmıştı. Nebile’ de Nebil’e karşı boş değildi. Platonik ve güzel bir ilişkileri vardı. Ben liseden mezun olduktan sonra o yıl Ankara’da kaldım. Döndüğümde her yerde olduğu gibi Antakya da siyasi olarak hareketlenmişti. 1976 yılında Antakya Devrimci Kültür Derneğine gidiyorduk. Devrimci Gençlik Dergisini izliyorduk. Ancak bu derginin 16. sayısından sonra bu dergiyi kendimizce eleştiriyorduk. Bu arada Ankara’da 74 af sonrası toparlanmaya çalışan bir grupla Devrimci Halk Derneğinde karşılaştık. Bu grup Anadolu’yu gezip 71 hareketinin devamını sağlamaya çalışıyordu. Ali Rıza SALMAN ve eşi Ömür Karamollaoğlu Antakya’ya gelen ilk gruptaydılar.. Bu grupla ortak hareket edilmeye başlandı.
Aynı dönemde yine Antakya Devrimci Kültür Derneğine bir kişi daha gelip gitmeye başladı. Kafası sargılar içinde ya çok iyi bir dayak yemiş ya da bir trafik kazası geçirmiş gibiydi. Adı Mihraç URAL’dı.*** Yine bu derneğin başkanı olan Mustafa Burgaz, Yönetim kurulu üyesi Mehmet Yavuz ve bir başka yönetim Kurulu üyesi Ali Fuat Çiler’de bu grupla aynı düşünceleri paylaşıyorlardı. Ben, Nebil, Fuat, Mehmet ve Mihraç Ankara’dan gelen Yüksel Eriş tarafından genel bir Marksist formasyondan geçirildik. Artık Antakya’nın Dörtayak mahallesinde çıkmaz sokaktaki bir örgüt evinde kalıyorduk.
Örgütün Ocak-Mart döneminde verdiği merkezi kayıplar yapılanmayı olumsuz olarak bayağı etkilemiştir. 1977 Ağustos darbesine kadar bu durum sıkışıklık yaratmış, içeri ve dışarısı sağlıklı iletişim kuramamış ve yapılanma 1977 Ağustosundan sonra Acilciler ve Halkın Devrimci Öncüleri (HDÖ) olarak ayrışmaya başlamıştır.
1977 Ağustosuna kadar olan dönemde kısmen de olsa yapılanma merkezi ilişkilerini ve eylemlerini yürütmeye çalışmıştır.. Nebil, 1976 Ekim ayında Antakya’da altın kaçakçısı bir kuyumcunun soyulmasında yer almış, 1977 Ocak eylemlerinde Tarsus’ta Ülkü Ocaklarının bombalanması eylemine katılmıştır.
Nebil; hem Antakya’da kalmasının sakıncalı olamaya başlaması, hem de geniş yakalanmaların yarattığı açığı kapatmak üzere İstanbul’a geçmiştir. 1 Mayıs olaylarında kitlenin korumasını sağlamak amacıyla polisle silahlı çatışmaya girmiştir. Yapılanmanın ihtiyaç duyduğu parasal birçok eylemde yer aldı.
Adana’da ABD’elçiliğinin bombalanmasında, İstanbul’da başta İntercontinental otelinin kurşunlanması olmak zere bir çok eylemde aktif görev aldı. Bu hızlı süreçte yakalanmaları, firarları ve eylemleri devam etti. Ele avuca sığmayan yapısıyla O; kimileri için sağlam bir yoldaş, kimileri içinse korkulu bir düşmandı..
Zaman aktı gitti..1980 yılında Ayrancıdaki annemlerin oturduğu Yeşilyurt Sokaktaki evden çıkıp dayım oğlunun Kuzgun Sokaktaki evlerine gittim. Kapıyı çaldım. Kapıyı Mehtap açtı (Dayıoğlunun eşi). Beni karşısında görünce heyecanla sarılarak Nebil’in öldürüldüğünü, öldürenlerin televizyona çıkarak ifade verdiklerini ve böyle birisini vurduklarından dolayı çok üzgün olduklarını söyledi.
Ben donmuş kalmış, ne olduğunu algılamaya çalışır bir halde, kısaca şoktaydım. Nebil’i gıyabında onlara defalarca anlatmıştım. Mehtap da Faruk da onu neredeyse benim kadar tanıyorlardı. Bu kötü haber beni yıkmıştı. Yüzlerce anı, yaşanmış onca şey ıslak gözlerimde yeniden canlandı
Beni teselli edemeyeceklerini anlayan yakınlarım sessizlikleriyle acıma ortak oldular. Neden sonra yavaş yavaş TV haberlerinde kaçırdığım bu haberin ayrıntılarını sordum. Anlatılanlara inanamıyordum. Sonraki günler de öldürülmesiyle ilgili söylenenleri duydukça isyan edesim gelmişti. Onunla gençlik yıllarından beri birlikte olmuş, aynı siyasi yapılanmanın içinde birlikte mücadele etmiştik. O’nu kendim kadar tanıyordum. Ve söylenenlerin hiçbirine hiçbir zaman itibar etmedim.
Yıllar, yıllar geçti…2008 yılında Antakya’dan Nebil’in bir başka çocukluk arkadaşıyla telefonlaşırken birden Nebil’in fotoğrafının kendisinde olup olmadığını sordum. Yoktu... Ama bulabilirim dedi. Nereden bulacaksın diye sorduğumda ablasının Antakya’da yaşadığını bizlerin yaşlarında çocukları olduğunu öğrendim.
Oysa benim tanıdığım Zonguldak’taki ablasından başka ablası olduğunu bilmiyordum. Bir dahaki telefonlaşmamızda ise Nebil’in yeğenlerinin; o arkadaşı görmeden fotoğrafını vermeyiz” demeleri üzerine Antakya’ya gitmem farz olmuştu.
10 Ekim Cuma günü akşam Ankara’dan Antakya’ya hareket ettim. 1989 yılından beri Antakya’ya gitmemiştim. 19 yıl aradan sonra ilk defa gidiyordum. Cumartesi günü hiç kimseye görünmeden, yanımda birisinin olması konsantrasyonumu bozacağı düşüncesiyle Antakya’yı tek başıma yaşamak istiyordum. Hiç kimsenin yoğunlaşmama engel olmasını istemiyordum. Sabah 06.30 dan itibaren 4 saat kadar Antakya’yı dolaştım. Her bir sokağında, her bir duvarında yaşanmış bir çok anılar çıkageldiler. Hafızamdaki hatıralarla bu günü yaşamaya çalıştım. Kâh yüzümde bir tebessüm, kâh gözlerimde yaşlar, kâh boğazımda düğümlenen, beni boğan hıçkırıklar arasında geçmişi aradım. Yüreğim ağırlaştı.
Geçmişten anılarıma doğru gelen bir arkadaşın hala aynı evde olabileceği düşüncesiyle apartmandaki ziller üzerindeki isimlere bakarken, apartmandan inen genç bir çocuğa arkadaşımı sordum. “Abi O geçen sene Mersin’de öldü'' demesiyle gözyaşlarımı ve hıçkırıklarımı tutamaz oldum. Dizlerimin bağı çözüldü. Zorlukla teşekkür edebildim. Genç adam şaşırdı bana yardım etmeye çalıştı, ayakta zar zor durabiliyordum. Artık daha fazlasını kaldıramazdım. Dolaşmaktan vazgeçtim ve kendimi Öğretmen evine zor attım. Bir duş aldım. Ama kendime bir türlü gelemedim. Anılar, aklıma hücum ettikçe hıçkırıkları koyuverdim….
Süheyl ile konuştuk, konuştuk, konuştuk... 19 yıldır görmemiştim. Kardeşiyle Akçay’da birlikteydik. Kimilerini kaybetmiştik. Nebil’in en küçük yeğeniyle tanıştım. İlginçtir bana Nebil’i andırdı. Hemen eve gidip fotoğrafını getirdi. 28 yıl sonra Nebil karşımda duruyordu. Bu siyah beyaz fotoğrafta gözlerimin içine bakıyordu. Ve bana bilmediğim birçok şeyi anlatmaya çalışıyordu.
Onu anlamaya çalışıyordum. Sanki bana, bunca zaman neredeydin der gibiydi. Ama tek görebildiğim onun o sıcak, o sevecen, çocuksu bakışlarıydı. Anlatamadığının farkına varmışçasına anlatmak ve sormaktan vazgeçip, o sevecen ve o çocuksu, o masum bakışlarına devam etti. Ahhh..! Neden şair olamadım..? Ahhh..! Neden şiir yazamıyorum...? Çaresizliğimi ona göstermek istemezdim. Mahcubum….
Diğer yeğenleriyle de tanıştım. Ama o en küçük yeğeni, hepsinden daha çok Nebil’i çağrıştırıyordu. Durmadan O’nu soruyorlardı. Hiç durmadan anlatıyordum. Gitme vakti geldiğinde seni annemle tanıştırmadan bırakmayız dediler. Bizlere anlattıklarını ona da anlatmalısın dediler. Ve beni evlerine götürdüler...
Nebile abla! Bana sarıldı. Kokladı, öptü, sen ondan bu güne gelen bir parçasın dedi. Onlarda bana Nebil’den birer parçaydılar. Her birinde Nebil’e ait bir şeyler vardı. Yaşanan duygulu sahneleri sizlerin hayal gücünüze bırakıyorum. Benden tek bir şey istedi: O’nun mezarını bulun..
Ankara’ya döndüm. M, Yavuz arkadaşa durumu anlattım, Nebil’i hiç görmemiş ama benim kadar tanıyabilen bir başka arkadaşa (Ayhan) durumu anlattım. Birçok yere haber saldık. Kimi gelişmeler oldu. Nebile Ablaya onu aramaya devam ettiğimizi söyledik. Ama şimdilik bulana kadar bir Anıt Mezar hazırlayacağımıza söz verdik.
Nebil'in anıtına neler yazılmalıydı..? Hangi şiir ya da türkü O'nu en güzel şekilde ifade edebilirdi..? Hafızamı zorlarken Nebil'in en sevdiği türküyü hatırladım..
Bir gün Nebil bana hangi türküyü daha çok sevdiğimi sordu. Ben de Muş türküsü dedim. Peki, sen hangi türküyü seviyorsun diye sordum. O bir an durdu ve uzaklara bakarak adeta fısıldayarak ağır ağır ''Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün'' dedi. Aramızda bir sessizlik oldu ve bu sessizliği uzun bir süre ikimizde bozmadık...
E.ULAŞAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)